Yaşandıkça keyif veren bir kentin
okundukça keyif veren dergisi.
ANA SAYFA
REKLAM
Abone
İLETİŞİM
SATIŞ
YAZARLAR
Yayın Kurulu
Kitaplar, kimileri için en büyük hazine...
Ayse Perin (Tatari)
Buluşma üzerine deneyimler
Avram Ventura
Aynaya bakacak yüz
Gülhan Berkman Yakar
Oyunda kal!
Reşat Kutucular
Bir mektup yazsam...
Günter Soydanbay
Pandeminin getirdiği fırsat
Pınar Tekeş
Kendimizle bağ kurmak
Prof. Dr. Levent Kırılmaz
Vazgeçmemek
Dr. Zeki Hozer
"El Kanun Fit Tıp"
Özlem Yurdakul
Afro Amerikalılar...
Zekeriya Şimşek
Ömer Seyfettin'in İzmir yılları
Dr. Dilşen Oktay
2020/21 Zeytin sezonuna genel bakış
İzmir Life
235 -
MART 2021
Güncel ve geçmiş sayıları Magzter üzerinden satın alıp okuyabilirsiniz.
MART 2021
Kitaplar, kimileri için en büyük hazine... Küçük, bağımsız kitapçılar… Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin dar sokaklarını genişletiyorlar. Edebiyat, adlarından başlıyor. Gogol’ün Palto’su, Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz’i, Kazancakis’in Zorba’sı, Cervantes’in Don Kişot’unun Yel Değirmeni, Attila İlhan’ın Pia’sı, Cem Akaş’ın “Belki Enis Batur”u ya da Aslı Erdoğan’ın Kabuk Adam’ından mütevellit Kabuk karşınıza çıkıveriyor. Genişliğin ve derinliğin fiziki mekânda olmadığını gösteriyorlar. Küçücük dükkânlara, dünyaları sığdırıyorlar. Duygu Özsüphandağ Yayman'ın hazırladığı dosyamız sizi kitaplara daha çok bağlayacak.
YAŞASIN BAĞIMSIZ KİTAPÇILAR
Yaşasın bağımsız kitapçılar! İzmir’in renkli çekim merkezi Alsancak, son yıllarda küçük kitapçılar merkezine dönüştü. Hem de internet kitapçılarının satışta yaptığı indirime toptan alımlarda bile sahip olamamalarına, internetle mücadeleyi imkânsız görmelerine ve pandemi koşullarına rağmen çoğaldılar. Edebiyat ve sosyal bilimler kitaplarına ağırlık veren, okurla yazarı buluşturan, okura rehberlik eden küçük kitapçıların yaşaması, şartların eşitlenmesine bağlı. Küçük, bağımsız kitapçılar… Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin dar sokaklarını genişletiyorlar. Edebiyat, adlarından başlıyor. Gogol’ün Palto’su, Attila İlhan’ın Pia’sı, Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz’i, Kazancakis’in Zorba’sı, Cervantes’in Don Kişot’unun Yel Değirmeni, Cem Akaş’ın “Belki Enis Batur”u ya da Aslı Erdoğan’ın Kabuk Adam’ından mütevellit Kabuk karşınıza çıkıveriyor. Genişliğin ve derinliğin fiziki mekânda olmadığını gösteriyorlar. Küçücük dükkânlara, dünyaları sığdırıyorlar. Öncelikle hepsi iyi okurlar. Nitelikli edebiyatı, edebiyatın taşıdığı geniş anlamları, büyük dostlukları barındırıyorlar. Birbirleriyle dostlar. Yazar, şair, çevirmen olanları var. Haliyle, okurun halinden anlıyorlar. Ah bir de onların halinden; on-line kitapçılarla yaşadıkları haksız rekabetten anlayan olsa… Ortak istekleri: “Tüm kitapçıların kitabı aynı fiyattan alıp satması için bir yasa çıkmalı.”
YEŞİL ŞEHİR
Türkiye’nin ilk Yeşil Şehir Eylem Planı İzmir’i dirençli kent haline getirme çalışmaları hızlanıyor. Türkiye’de Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) Yeşil Şehirler Programı’na giren ilk şehir olan İzmir’de hazırlanan Yeşil Şehir Eylem Planı ile aralarında su, biyolojik çeşitlilik, hava, toprak ve iklim değişikliği konularının da yer aldığı çevre sorunlarına yönelik eylemler tespit etti. Sürdürülebilir Enerji ve İklim Eylem Planı’yla ise sera gazı azaltım ve iklim uyum eylemleri belirlendi. Büyükşehir Belediyesi, birbirini tamamlayıcı nitelikteki iki planın strateji ve eylemlerini de uyumlu hale getirdi. Her iki planda da arazi kullanımı, atık yönetimi, binalar, çevre ve biyolojik çeşitlilik, enerji, halk sağlığı, sivil savunma ve acil durum, su yönetimi, tarım ve ormancılık, turizm ve ulaşım sektörlerinde 61 eylem oluşturuldu. Bu iki eylem planıyla iklim krizinin etkilerine uyum sağlayarak İzmir’in dirençli kılınmasını amaçlayan İzmir Büyükşehir Belediyesi, sera gazlarının 2020’ye kadar yüzde 20 azaltılması taahhüdünü, 2019’da meclis kararıyla “sera gazlarının 2030’a kadar yüzde 40 oranında azaltılması” olarak yenilemişti. “İzmir’i doğayla uyumlu hale getirmemiz gerekiyor” Eylem planlarının hazırlanmasıyla ilgili yaklaşık bir buçuk yıldır ilgili belediye birimleri, kamu kurumları, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve meslek odaları ile şeffaf ve katılımcı bir süreç yürütüldüğüne dikkat çeken İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “İklim krizinin etkilerinin, doğa felaketleri ve afetlerin bize uzak olmadığını yaşayarak gördük. Bu nedenle İzmir’i doğa ile daha uyumlu ve dirençli bir kent haline getirmemiz gerekiyor. Her iki eylem planı da İzmir Büyükşehir Belediyesi 2020-2024 Stratejik Planı ile uyumlu olarak ve birbirini tamamlayıcı nitelikte hazırlandı. Hazırlanan planlar iklim değişikliği ile mücadele ve uyum da dâhil olmak üzere birçok çevre öncelikli konuda 2030 yılına kadar İzmir’in yol haritasını oluşturuyor” şeklinde konuştu.
ZEUS SUNAĞI
"Zeus Sunağı" planı yola çıktı İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer Bergama Kültür Merkezi'nde 1800’lü yıllarda Almanya’ya kaçırılan Zeus Sunağı’nın Bergama’ya getirilmesi için yol haritasını belirlemek üzere geniş katılımlı bir toplantı yaptı. "Bu yolculuk zaferle sonuçlanacak" Zeus Sunağı’nın ülkemize ve Bergama'ya geri getirilmesi için yola çıktıklarını belirten Başkan Soyer, "Çok heyecanlıyız. Bu bir yolculuk, önümüze birçok hukuki ve siyasi engel çıkacak. Ama bu yolculuğun kendisi bile Bergama'nın, ne kadar değerli olduğunu dünyaya göstermek için fırsat olacak. Bugünden sonra işbirliği yapacağımız tüm yoldaşlarıma şükranlarımı sunuyorum" dedi. Zeus Sunağı'nın geri getirilmesiyle ilgili ortaya çıkan deklerasyonda yol haritasıyla ilgili önemli ipuçları da bulunduğuna dikkat çeken Soyer, "Bergama'yı önce içeride sonra dışarıda tanıtacağız. Bir Bergama Sergisi'ni Avrupa'dan başlayarak dünyada dolaştırmak istiyoruz. Haklılığımız son derece net ama bunu herkesin bilmesi gerek. Doğru zamanda doğru yerdeyiz. Geçmişte çok emek verilmiş ama biz çok daha hızlı yol alacağız. Yolumuz açık, Zeus Sunağı'nı bu topraklara geri getireceğiz" şeklinde konuştu.
İZMİR FUARINDA NAZİLER
İzmir Fuarında Naziler Genç Türkiye Cumhuriyetinin yöneticileri 1936 yılında kurulan Kültürpark’ta iki kavramı bir araya getirerek, şehrin nefes alabileceği bir park alanında toplumun kültürel gereksinmelerini de karşılamayı amaçlamışlardı. İzmir’in Kültürpark’ı tüm bunların yanında uluslararası bir fuara da ev sahipliği yapmaya başlamıştı. İzmir Fuarının ismi Kültürpark’tan daha fazla tanınmıştı. İzmir Fuarının uluslararası özelliğinden birçok devlet gibi, 1933 yılında iktidara gelen Alman Nazi partisi yöneticileri de faydalanmak istemişlerdi. 1938 yılından itibaren 1943 yılına kadar İzmir Fuarını Nazi partisinin bir propaganda alanı olarak görmüşlerdi. Nazi partisinin gamalı haçlı bayrakları Kordon boyundaki Almanya konsolosluğuna, Kültürpark’ın Basmane ve Lozan kapılarıyla, Fuardaki Almanya pavyonuna asılmıştı.
BADEMLER KÖYÜ TARIMSAL KALKINMA KOOPERATİFİ
Bademler Köyü Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Başkanı Mehmet Sever: "Tarımın içler acısı durumuna çözüm üretecek 'manifesto' hazırlığı için kooperatiflerin gözü kulağı İzmir’de" Necati Cumalı’nın “suyun paylaşılma kavgasını” anlattığı unutulmaz eseri Susuz Yaz’ın geçtiği topraklardan, bu kez tarımın içler acısı durumu için “manifesto” sesleri yükselmeye başladı. Türkiye’nin ilk köy tarımsal kalkınma kooperatiflerinden biri olan Bademler Kooperatifi’nin Başkanı Mehmet Sever, “Gıda fiyatları aldı başını gidiyor. İyi ama üreticiden kaça çıkıyor bu ürünler? Aradaki farkın ne olduğunu hepimiz iyi biliyoruz. Kooperatifler olarak üzerimizde büyük sorumluluk var. İlkesel duruşumuzdan taviz vermeden ve dayanışmamızı güçlendirerek en kısa sürede ortak bir manifesto çıkarmak zorundayız” çıkışıyla dikkat çekti. Sever’in bu sözlerini tamamlayan ve daha da önem katan bir cümlesi daha var: “Diğer illerden, Milli Kooperatifler Birliği’nden bize gelen mesajlar da bu doğrultuda.. Bu ateşi ancak siz İzmir’de yakabilirsiniz diyorlar. Bu anlamda da sorumluluğumuz çok fazla.” Göçebe Tahtacı-Türkmen topluluklarının kurduğu, Türkiye’nin en aydın köylerinden biri Bademler... Son yıllarda dışarıdan gelenleri bu hesaba katmazsak, okuma-yazma oranı neredeyse yüzde 100. Bundan tam 88 yıl önce kurulan bir tiyatrosu var üstelik; Türkiye’nin ilk köy tiyatrosu.. 1963 yılında Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” ödülü kazanan Susuz Yaz filminin çekildiği topraklar burası... Necati Cumalı’nın Urla’da avukatlık yaparken şahit olduğu olaylar üzerine yazdığı bir roman aslında Susuz Yaz. Bademler’de paylaşılamayan suyun kavgasını anlatıyor. Bu etkileyici öyküyü beyazperdeye aktaran Metin Erksan, başrolünde Hülya Koçyiğit, Erol Taş ve Ulvi Doğan’ın oynadığı filmiyle Türkiye’ye uluslararası arenada ilk ödülü de kazandırmıştı. Filmin yardımcı oyuncu ve figüranlarının Bademler halkı arasından seçilmesi de, bir başka önemli not. Bademler köyünün bir özelliği daha var, bilinmesi gereken. Örgütçü, kooperatifçi yönü... 1962 yılında, Türkiye’nin ilk köy tarımsal kalkınma kooperatiflerinden biri burada kurulmuş. Mahmut Türkmenoğlu önderliğinde. Bir başka farkı da, kendi alanında sendikalı tek kooperatif olması. Kurulduğu tarihten bugüne hala etkinliğini koruyan, çoğu zaman ağabeylik görevini üstlenen Bademler Köyü Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’ni, Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini üstlenen Mehmet Sever ile konuştuk.
ASFALYADAN ÖYKÜLER
Türk milletinin poşetle imtihanı İki kilo portakal, biraz da muz alayım diye girdim zincir marketlerden birine.. Keyfim gayet yerinde.. Ama alışveriş çılgınlığına kapılmak yok! Ne ihtiyacım varsa alıp çıkacağım. O derece kararlıyım yani.. Önce meyvelerle kısa bir göz teması kurdum. 7,5 liralık Finike portakallarla aramızda bir elektriklenme yaşandığını itiraf etmeliyim. Bakıştık bir süre. Ardından fiziksel temas geldi. Duyguların pekişmesi için bunun gerekli olduğunu okumuştum bir yerde.. Dokundum bir kaçına.. O turuncu renkli, hafif pürüzlü ciltlerini okşadım biraz. Tamamdı bu iş. Onlar da beni istiyordu. En beğendiklerimi bir araya toplayarak hemen meyve-sebze poşetlerinin rulo halinde muhafaza edildiği o metal ayaklı şeylerden birine yöneldim. Bu arada arkamı kolluyorum ki, bir başkası gelip benim özenle ayırdığım portakalları iç etmesin. Tek kullanımlık ömrü olmasına rağmen millet olarak atmaya kıyamayıp çöp kovalarında ikinci bir yaşam şansı verdiğimiz o incecik, şeffaf poşet grubunun ucundan yapışarak bir tanesini çektim. Sonra hemen arkamı dönüp sevgili portakallarıma baktım. Orada öylece beni bekliyorlardı. Hızlı ve istekli adımlarla yanlarına doğru giderken bir yandan da poşeti açmaya çalışıyorum. İşte her şey o anda başladı. Önce birbirine yapışmış iki ucu açmak istedim. Olmadı. Aralamak için bir süre daha uğraştım. Babaannemin leğende yıkadığı beyaz gömlekler gibi çitiledim örneğin. Sonra belki bir boşluk vardır diye üflemeyi düşündüm. Ama ne mümkün? Tedbirli (ve biraz da pimpirikli) bir vatandaş olarak takmışım çift maskemi. Ağzım burnum resmen mühürlü, en küçük bir sızıntı yok! Bırakın dışarıya hava vermeyi, sesimi bile zor duyuruyorum. Buna rağmen bir iki kez güçlü bir şekilde üfürmeyi denedim. Başladı mı başım dönmeye... İki kilo portakal uğruna ciğerlerimde kalan son oksijeni de orada tüketip karbondioksit zehirlenmesinden gideceğim, ona yanarım. Gözümün önünde yıldızlar uçuşurken, düşmeyeyim diye tutundum bir kenara. Bir yandan da tek gözle etrafı kesiyorum. Bana bakıp gülen var mı diye... Neyse ki, herkes kendi derdiyle (yani poşetiyle) meşgul. 30-35 saniye kadar dinlendikten sonra toparlandım. Artık inatlaşmayacaktım. Gramajı bile olmayan şeffaf bir nesne keyfimi bozamazdı. Kimse görmeden çeri domateslerin olduğu yere kibarca bıraktım o hain poşeti. İmalat hatası olduğu kesindi. Yoksa açılmayan poşet yaparak bizim sabrımızı sınayacak değillerdi ya! Şansımı yeni bir poşette denemek üzere hızlı adımlarla harekete geçtim. Bu kez sebze reyonunun olduğu yerden seçtim ki, aynı parti mala denk gelmeyeyim. Sanırım karbondioksiti yiyince kafam çalışmaya başladı. İkinci poşeti kapar kapmaz hemen koştum portakallarımın yanına, Allah’tan o bölgeye henüz gelen giden yok! Kendimi de telkin ediyorum bu arada, “daha sakin oğlum, başarabilirsin” diye... Bir iki çabaladım ama sanki bu ötekisinden de inatçı. Nuh diyor peygamber demiyor mübarek! Japon icadı yapıştırıcıyla tutturulmuş gibi, en küçük bir açık bile vermiyor. Baş parmağım ile işaret parmağım arasına sıkıştırıp bir süre para işareti yaptım durdum. Sonra biraz da çitiledim. Yine nafile! Hafiften sinirlenmeye başlamıştım. Bu arada, aynı portakaldan almak isteyen 60-65 yaşlarında sakallı bir adamla karısının sabırsızlıkla beni izlediğini fark ettim. Hem izliyor hem söyleniyorlardı. Sinirime bir de stres eklenmişti. Bu kez poşetin tam ortasından, yani açılması gereken noktadan çok güçlü bir mekanik sürtünme hareketi başlattım. Elindeki odun çubukla bitki lifleri üzerinde ateş yakmaya çalışan Aborjin şefi gibi öyle bir kendimden geçmişim ki, yanımda elma seçen bol makyajlı ablanın kibar seslenişi ile irkildim. – Yalasana! – Nasıl yani? – Parmağını yala! O ıslaklıkla açılır kesin.. Benim rahmetli hep öyle yapardı. Ben de ondan öğrendim. İyi de, bu parmaklar gün boyunca ellemedik şey bırakmamış. Onları yalamak, trafikte Menemen dolmuşuyla dalaşmak gibi bir şey... İntihardan farksız yani... Baktım 7,5 liralık o güzelim Finike portakalından alabilmek için benim çekilmemi bekleyenlerin sabırsızlığı giderek artıyor, çaresizce sol yanıma dönüp maskeleri hafif araladım ve sol elimin baş parmağı ile işaret parmağına bir güzel tükürdüm. Hem böylece olaya “tükürürüm ben bu işin içine” türünde mecazi bir anlam da yüklemiş oldum. Islanmış parmaklarımla yaptığım para hareketi gerçekten de işe yaramış, bizim inatçı poşetin ağzı “gres yağı yemiş kapı kilidi” gibi şak diye açılıvermişti. Nasıl rahatladım, anlatamam. Vakit kaybetmeden portakalları doldurup muzlara doğru ilerledim. Kendime güvenim geri gelmişti. Western filmlerindeki silahşörlere taş çıkartan bir hızla çektim yeni pir poşet. Acele ediyorum ki, parmaklarımdaki ıslaklık tam geçmeden açayım diğer poşeti de... Bu kez çok kolaydı poşetin açılması ama çilem henüz bitmemiş olacak ki, daha ilk muz grubunu koymamla delinmesi bir oldu. Ben ne olduğunu anlayana kadar, o güzelim Anamur muzlarının tamamı yere saçılmıştı. Öylece donup kaldığımı hatırlıyorum. Hayal kırıklığı ile kızgınlık arasında gidip geldim bir süre... Hani elma şekerinizi yiyip sapını elinize tutuştururlar ya, benimki de öyle bir şey. Kurban olduğum Allah’ım, sabrımı sınıyordu kesin! Tam okkalı bir küfür sallayacaktım ki, o bol makyajlı abla yine dibimde belirdi. Ben bir şey söylemeden başladı konuşmaya... Poşetlerin kalitesizliğinden girip ticari ahlaktan çıktı. O kadar kısa süreye o kadar çok kamu spotunu nasıl sığdırabildi, akıl alacak gibi değildi. Neyse ki, söylendi ve gitti. Eğilip muzları aldım yerden. Sonra çaktırmadan etrafıma bir göz gezdirdim. Var mı beni kesen diye... Allah’tan tabloda değişiklik yok! Herkes kendi poşetine konsantre vaziyette, belki açabilirim umuduyla durmadan çitiliyorlar. Neredeyse her meyve-sebze kasasının önünde biri var, elindeki poşetle imtihan edilen. Hani belediyenin açtığı meslek edindirme kurslarına “market poşeti açma”yı da eklesen, epey talep görecek gibi.. Yeni bir poşetle daha mücadele edecek gücüm olup olmadığını tarttım bir süre... Bütün enerjimin tükendiğini hissedince de Finike portakallarımla birlikte en az müşterinin olduğu kasaya yöneldim. Sosyal mesafe içinde önümdeki kadının işini tamamlamasını bekledim, sabırla.. Ben diyeyim 50, siz deyin 70. O kadar çok çeşit ürün var kasiyerin önünde. Zannedersin Ay’a gitmesi için seçilen ilk Türk vatandaşı bu abla olmuş da, yarın sabah yola çıkıyor. 7-8 tane de büyük poşet istedi bu arada. İçimden dedim ki, “İşte şimdi s.ıçtın oğlum!”.. Eğer bunlar da diğerleri gibiyse, yatıya kalırsın burada... Sonunda korktuğum başıma geldi. Peynirler, soslar, salamlar dıt dıt yapıp barkoddan geçerken, kadın daha elindeki ilk poşeti açmaya çalışıyor, beceremeyince sinirleniyor, önünde ürünler yığıldıkça da panikliyordu. Ben mi? Kendimi bile şaşırtan ölçüde sakin olduğumu farkettim. Sanırım “Empati yapılacaksa şimdi tam sırası” diye düşünmüştüm. Bu arada diğer kasalar gibi bizim kasanın kuyruğu da uzamaya başladı. Açamadığı poşeti kenara bırakıp bir umutla ikincisini aldı kadın. Hafiften kızarmaya başlamıştı. Ürün okutma işinin bittiğini anlayınca telaşla çantasını açtı, cüzdanını aradı. Mübarek çanta değil de Menderes’te sel sonrası açılan obruklardan biri sanki. Öylesine derin. Elini attıkça kolu dirseklerine kadar kayboluyor. Zaten kadınların çantalarında aradıkları nesneye ulaşmaları pek görülmüş bir şey değil! Önce bir atkı çıkardı içinden, sonra yarısı içilmiş bir şişe su. Elmaydı, aynaydı, bir poşet antep fıstığıydı derken.. Hah, buldu nihayet! Ama kan ter içinde kalmıştı. Kredi kartını çıkardı ve uzattı kasiyere.. Sonra hemen işine koyuldu. O poşet açma konusunda daha santim ilerleyememişken, kasiyer (sanki gıcıklığı varmış gibi) şimşek hızıyla rakamları girip şifre istedi. Dayanamayıp tüm kibarlığımda “dilerseniz yardım edeyim” dedim ve kadının minnet dolu bakışları altında kaptım bir poşet.. Ne de olsa deneyimliyim, poşet açmanın formülünü biliyorum. Ama küçük bir sorun var. Daha doğrusu iki... 1- Bu meraklı bakışlar altında parmaklarımı nasıl tükürükleyeceğim? 2- Başkasının kullanacağı poşeti tükürüklememi kamuoyu nasıl karşılar? Aklımda bu deli sorular varken, bir yandan da boş durmayıp “kuru” parmaklarla açmaya çalışıyorum poşeti. Sonuç alamayacağımı bile bile. Halimize acıyan kasiyer de omuz verince, bir anda kendi çapımızda küçük çaplı bir ittifak oluşturduk. Tam konsantre olup hedefe kitlenmiştik ki, sırada bekleyen tıknaz ve gözlüklü adamın azarlayan bir tonla bize seslendiğini duydum. – Hadi kardeşim ya! Sizi beklerken elimdeki yoğurdun son kullanma tarihi geçecek. Allah var, taşı gediğine koymuştu. Ama poşetle imtihandan fena çakan abla, tüm hıncını o adamdan almak istercesine aniden bağırıp çağırmaya başladı. Bir an vukuat çıkararak “inişin sert olacağını duydu da Ay yolculuğundan sıyırmak istiyor” diye düşündüm. Karşı taraftan ağır bir karşılık gelince de, “kedileri kovalayan emekli Rıfkı amcayı görmüş Panter Emel” gibi öyle bir hırsla saldırdı ki, hepimiz donduk kaldık. Tırnaklarını çıkarıp hasmının yüzünü çizmeden araya gireyim dedim. Demez olaydım. O kargaşada sol gözüme doğru bir tokat yiyince, ben de elimdeki (o güzelim) Finike portakallarını tıknaz ve gözlüklü adamın kafasına geçirdim. Nasıl böyle bir hata yaptım, hala anlamış değilim. Hayır, yok mu başka bir şey? Onunla vur değil mi? Tabii anında yırtıldı poşet ve uğruna büyük mücadeleler verdiğim o canım portakallar marketin dört bir köşesine dağıldı. Hiç böyle sinirlendiğimi hatırlamıyordum ki, Tire Süt Kooperatifi’nin kaymaklı yoğurdunu kafama yiyince kendime geldim. Bu arada bizi ayırmak isteyenler de var. Ama ortalık acayip karışmış durumda; kim kimi tutuyor, kim kime vuruyor belli değil! Sanırsınız Tayvan Meclisi’nde torba yasa tartışılıyor. Tekmeler, yumruklar (ve özellikle ojeli tırnaklar) havada uçuşmakta... Sonra kendimizi karakolda bulduk. Olaya karışanların sayısı 10’a yaklaşmıştı. Hangi ara o kadar çoğaldık, anlayamadım. Herkes birbirinden şikayetçi olunca, bu işin mahkemede çözüleceğini söyledi komiser. İfadelerimizi aldılar teker teker. Aylar sonra hakim karşısına çıktık. Kamu huzurunu bozmaktan ufak tefek kamu cezaları verildi hepimize.. Ben mi? Haftanın 2 günü, ikişer saatlik bir cezam var çekilecek. 3 ay süreyle.. Ne mi yapıyorum? Üç harfli bir market zincirinin Karşıyaka mağazasında alışveriş için gelen vatandaşlara yardımcı oluyorum. Poşetlerini açarak...
ÇIFIT KALESİ'NDEN SICAKSU KOYU'NA
Çıfıt Kalesi'nden Sıcaksu Koyu'na Yine güzel bir kış güneşi altında her Salı olduğu gibi, grubumuzla Seferihisar'da buluştuk. Bugünkü rotamız Çıfıt Kalesi. Çıfıt Kalesi, Doğanbey sahillerini şenlendiren harika görseliyle de tanınır. Grubun her sene olmazsa olmaz parkurudur. Geçen sene Urla'dan özel araçlarımızla Seferihisar'a gidip oradan 986 nolu Ürkmez Eshot otobüsüyle Sakızağacı durağında inerek yürüyüşe başlamıştık. Bu sene pandemi dolayısıyla otobüsle gittiğimiz bu parkur başlangıcına özel araçlarımızla Doğanbey son durağa ulaştık ve oradan yürümeye başladık. Okaliptus ağaçlarının arasında, kuş seslerinin eşlik ettiği, ışığın rüzgarla dans ettiği harika yollardan geçer ve derin nefesler alırken bir arkadaşımız, Okaliptus dallarının duş başlığına takıldığında yapraklarının kokusunun pozitif enerji verdiği düşüncesinin şu sıra çok yaygın olduğunu anlattı (en kısa zamanda denenecek) Canlanan, çiçeklenen doğaya hayret ve hayranlıkla baktığımız, tanımaya çalıştığımız ama en çok bize kattığı neşeye şükrettiğimiz görseller içinde Sıcaksu Koyu'na ulaştık. Burada hem kahve, hem de deniz molası verdik. Sıcaksu Koyu yaz aylarında teknelerin favori duraklarından biridir. Bizden cesaretli olan arkadaşlarımız yüzerek sıcak su mağarasına ulaşmayı başardı. Ocak ayının bize sunduğu muhteşem bir kış güneşi altında dinlenip, yürüyüşümüze devam ettik. Dağ yollarını ve patikaları takip ederek halk arasında Kalp Koyu olarak bilinen harika doğa parçasında öğlen yemek molamızı verdik. Koy şekil itibarı ile kalbe benzediğinden bu ismi verdiklerini düşündük. Çok güzel bir kumsal, bir tarafı fıstık çamı ormanı, bir tarafı makilik ve sahilde yine Okaliptus ağaçlarının bulunduğu, yeşilin ve denizin mavisinin harmanlandığı, insanı hayrete düşürecek güzellikte bir koy. Ancak bu güzellik karşısında ki hayranlığımız ve neşemiz, mültecilerden kalan eşyaları gördüğümüzde hüzne döndü. Yürüyüşümüze orman yolundan devam ederken, karşımızda Çıfıt kalesine ait olduğunu düşündüren kalıntılara rast geldik.
EMRE GEZGİN VE İZMİR TURİZMİ
İzmir SKAL Kulübü Başkanı Emre Gezgin: "Ülkemizi, şehrimizi, turizm camiamızı, değerlerimizi küresel ölçekte tanıtma bilincini korumalı ve geliştirmeliyiz." Ülkemizin en önemli sektörlerinden biri olan, istihdam yaratan, ülke kasasına döviz dolduran, bütün güzelliklerimizi dünyaya sunan turizmi; pandeminin yarattığı kayıplardan gelecek planlarına, İzmir'in potansiyelinden turizm çeşitlerine kadar İzmir Skal Kulübü başkanı Emre Gezgin ile konuştuk. Bu söyleşide İzmir'in geleceğinde çok önemli bir sektör olduğuna inandığımız turizmin marka kent olma yolculuğundaki rolüne tanık olacaksınız. Keyifli okumalar...
POLİTİ ŞARAPHANESİ
Politi Şaraphanesi’nden Akın Pasajı’na Tarihçi Dr. Siren Bora’ya 19. yüzyılda Havra Sokağı’nda faaliyet gösteren esnafları ve içki imalathanelerini sordum, şu bilgileri verdi: “Havra Sokağı’nda 1855 yılında Kasap Rahami’nin iki adet kasap bir adet tahinci dükkânı, 1895 yılında Samuel Alazdraki’ye ait şarap üretim yeri, yine aynı yıllarda Devita Kori, Elya Politi, 1896 yılında Avram Alazdraki, Samuel Kori'nin işlettiği üzüm damıtma imalathanesi, 1910 yılında Nesim Levi’ye ait meyhane bulunmaktaydı. Elimizdeki belgeden, o alanda okula ait vakıf arazisinin yer aldığı anlaşılmaktadır. 1895 tarihinde ise günümüzdeki Akın Pasajı’nın bulunduğu yapıda Halifa Politi’ye ait şarap fabrikası kurulmuştur. 1871 tarihli belge, Akın Pasajı arazisinin okula ait vakıf arazisi olduğu bilgisini vermektedir. O halde arazi 1895 yılında Politi’ye kiralanmış ya da satılmış olmalıdır. Pasajın girişinde yer alan üzüm salkımı figürü ve İbrani takvimiyle yazılı olan 5660 (1900) tarihi de sözünü ettiğimiz şarap fabrikasına aittir. İzmir Yahudi Cemaati için kaşer şarap üretimi önemlidir. Şarap fabrikası, aynı zamanda cemaatin kaşer şarap gereksinimini karşılamaktadır. Bu yapı, 1968 tarihinde Kunduracılar Pasajı’na dönüştürülmüştür. Yine Havra Sokağı üzerinde yer alan Albayrak Pasajı’nın yeri ise, Hevra (Talmud Tora) Sinagogu’nun hemen arkasına denk gelmektedir. Hevra Sinagogu’nun arkasındaki bahçe, 20. yüzyılın ilk çeyreğine değin, Havra Sokağı’na açılmaktaydı. Anlaşıldığına göre, Cumhuriyet döneminde bu arazi satılmış ve üzerine Albayrak Pasajı inşa edilmiştir. Havra Sokağı dediğimiz Pazar yerinde 1940’lı ve 1950’li yıllarda tütün, incir ve üzüm mağazaları vardır. En ünlü mekânlardan biri ise Akın Pasajı’nın yanında yer alan Aslan Yasef’in Meyhanesi’dir. Bu sokak o dönemde, aynı zamanda meyhaneler sokağı olarak da tanınmaktadır. 1871 tarihinde Haci İbrahim’e ait olan meyhanenin yeri, Havra Sokağı’nda ve Etz Hayim Sinagogu ile Popularya okulunun arkasındadır. Bu yer tahminen, bugünkü Akın Pasajı’nın bulunduğu yere oldukça yakın olmalıdır.”
AĞAÇ DİKEN ECODRONE
ecoDronelar Küresel iklim krizine karşı sürdürülebilir ve yenilikçi çevre teknolojileri geliştiren bir sosyal girişim ecording. İklim değişikliği ile mücadele eden ekip, ilhamını kuşlardan alıyor ve doğayı yeniden sürdürülebilir kılmayı hedefliyor. Ekip, ecoDrone ismini verdikleri insansız hava araçları ile insanlar tarafından ulaşılamayan, ağaçlandırılması gereken sarp arazilere tohum topu atışı gerçekleştiriyor. Ecording’in kurucularından Mert Karslıoğlu ile birey ve kurum odaklı çevre teknolojileri geliştirerek somut şekilde iklim değişikliği ile nasıl mücadele ettiklerini, yola çıkma motivasyonlarını, geliştirdikleri teknolojileri ve geleceğe dönük hedeflerini konuştuk.
LOUISE BOURGEOIS-SANATIN İYİLEŞTİREN YÖNÜ
Sanatın iyileştirici yönünü çıkış noktası yapan bir sanatçı Louise Bourgeois Her sanatçı eserinde kendini saklar; eserinin ince ayrıntılarında, yarattığı imgelerde gezindikçe sanatçının kendisini bulursunuz. Bir eserin yapıldığı dönem, toplumsal yapı kadar, sanatçının hayatı hep ilgimi çekmiştir. Sanatçılar biraz da yarattıklarının ürünüdürler diye düşünürüm. Sanatçı nereye kadar bir şey anlatıyor? Nerede kendisi var? Yaşadıkları, yaşayamadıkları, düşleri, gerçekleri, sanatıyla ve kendisiyle hesaplaşması… Hepiniz bilirsiniz, aynalardan yansıyan ve birbirimize yansıttığımız bir gündelik yanımız var, bir de aynanın arkasında duran, herkese kolay gösteremediğimiz, hatta bazen kendimizden bile sakladığımız gölge tarafımız var. Bazı sanat eserlerini ilginç kılan eseri yaratan kişinin gölge tarafını açıkça ifşa etmesi. Bazen kendi karanlığına teslim oluyor sanatçı, içine kapanıyor; bazen de ilham perisinin sesiyle uyanıp, yaratıcılığına uzanıyor. Günlük yaşamımızda kullandığımız alışılagelmiş görüntüler simge ve semboller olarak kabul edilir. İlk anda belirleyici olmayan, algı alanına giremeyen kavramlar ise bilinçdışı olarak önümüze çıkar. Bilinçdışını araştıran psikologlar rüyalardan yola çıkmışlardır. 19. yüzyıl sonlarında başta Freud ve Jung olmak üzere bazı araştırmacılar bilinçdışı üzerine yoğunlaştılar. Freud’a göre bilinmeyen bilinçdışı rüyalarda bir dışavurum olarak ortaya çıkar. Bu çıkış noktası Freud’a göre yaşanan deneyimler, sorunlar ve günlük yaşamda karşılaştığımız baskılardır. Rüyalarda karşımıza çıkan simgeler bilinçdışımızın bir göstergesidir. Sembollerin anlamını çözmek için bireyin tüm kültürel geçmişini bilmek gerekir. Tüm rüya görüntülerinin açıklanmasında yardımcı olacak en önemli elemanlardan biri insanın geçmişi ve yaşadıklarıdır. Ruh dediğimiz oluşum uzun yıllara dayanan bir birikimdir. İçgüdülerle beraber gelen görüntüler sembol olarak ortaya çıkarlar. Gerçeküstücülük ve arkasından gelen sanat akımları birçok aşamada rüya sembollerinden yararlandılar. Freud’un rüyalarla ilgili çalışmaları gerçeküstücülüğün temellerinden biridir. Sanatın iyileştirici yönünü çıkış noktası yapan önemli bir sanatçı Louise Bougeois’dır.(1911-2010) Yarım yüzyılı aşkın sanat üretimi süresince yapıtlarını oluştururken birebir kendi yaşanmışlıklarından yola çıkmıştır. Onun yoğun bir duygusallık içinde geçen ilk gençlik yılları boyunca deneyimlediği aile içi parçalanmalar, yaşamı boyunca ürettiği eserleri oluşturmada tekrar tekrar kullandığı tema olur. Bourgeois, sanat hayatı boyunca kendi duygularının ve sembollerinin sentezini sayısız soyut forma dönüştüren, korkularıyla kavga eden bir heykeltıraştır. Sanat tarihi profesörü Robert Rosenblum, Louise’in kimse ile kıyaslanamayacağını söyler. Rosenblum’a göre Bourgeois, kategorilere sokulamaz, çünkü o başlı başına bir fenomendir; Niagara Şelaleleri gibi onu ancak doğanın gücü tanımlayabilir.
JEAN PAUL SARTRE
Jean Paul Sartre: “İnsanlar, yalnızca yaptıklarından değil, yapmadıklarından da sorumludurlar” Bu ay ustam bellediklerimde biliyorum ki bu serinin okurlarının bir çoğunun da ustası olan ve “Hayatta yapılacak o kadar çok hata var ki; aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yok” diyen Jean-Paul Sartre… “Her kelimenin sonuçları vardır her sessizliğin de” diyen Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre) 21 Haziran 1905’te doğdu 15 Nisan 1980’de doğduğu yer olan Paris’te öldü. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği "varoluşçu felsefe" ile de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu sosyalist şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle geçen yüzyıla damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. Sartre, bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir aydın tanımlamasının da temsilcisi olmuştur. “Sevilmek istemiyorlar, alışık değiller buna” der ustam bazı politikacıları tanımlarken… Sartre bu sözü söyleyeli 60 yıl olmuş… Bugün için de ne kadar geçerli değil mi? Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar vereceğini düşünmüştür. “121’ler Manifestosu” olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yıllarındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler Birliği'nin Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation' u kurmuştur. Aşk ve felsefe Felsefi gelenekte, özellikle insanlar arasındaki aşk olgusuna, genel olarak bir tutku olarak bakılır ve küçümsenir. Çünkü filozoflara göre bu tür aşk, felsefi araştırmaların temelini oluşturan rasyonel düşünceyi bulandıran istenmeyen bir etkiye sahiptir. Jean-Paul Sartre, varoluşçu felsefesinde aşka çok önemli bir yer vermiştir. İnsan kişiliğinin başkası aracılığıyla biçimlendiğini düşünen filozof, bu kuramını aşk olgusu temelinde geliştirmektedir. Ayrıca, felsefi gelenekte aşk pek itibar edilmeyen bir olgu olsa da, edebiyatta en basit halk masallarından psikolojik içerikleri en karmaşık eserlere kadar merkezi bir role sahiptir. Filozofa göre varlığımız, başkalarının bakışlarıyla şekillenir; başkasının varlığını fark ettiğimiz anda, ona, istediğimiz şekilde görünmek isteriz. Bunun için başkasının bizi farklı bir bakış açısı ile, yani bizi nasıl istiyorsa öyle görebilme özgürlüğünü elinden almamız gerekir. Öte yandan başkası da, aynı işlemi bize uygulayacağından aramızdaki ilişki kaçınılmaz olarak bir çatışmaya dönüşür.
BERGAMA MÜZESİ'NDE HİKAYELER
BERGAMA MÜZESİ'NDE 15 ÖZEL ESER VE HİKAYELERİ Yıllarca severek yaşadığım bu kentin arkeoloji müzesini bugün bile her gezdiğimde müthiş heyecan duyarım. Nedenini kendime hep sormuşumdur. Neden acaba diye? Bu soruya 3 aşamada cevap buluyorum. Birincisi, turizme olan sevda ateşimin hiç sönmedi. Ve İddia ederim ki, aradan yıllar geçse de aynı heyecanım hiç sönmeyecek. İkincisi, müzemizin içerisinde görülmeye değer her döneme ait çok sayıda nadide eserler bulunmaktadır. Üçüncü olarak da Müzemiz kurulurken, Vali Kazım Dirik Paşanın ve Osman Bayatlı’nın çalışma ve başarma azimleri beni çok etkilemiştir. Bundan dolayı bu yazımı, Cumhuriyet sevdalısı bu iki kıymetli insana ithaf ediyorum. Tanrım rahmetini onlardan esirgemesin. Gelin bu iki insanın yaşam ve çalışma aşkına kısaca değinelim.
ARİF BUZ - AYVALIK RESİMLERİ
At arabaları, arka sokaklar, eski yapılar, romanlar, yörükler... Arif Buz Ayvalık'ı tuvale yansıtıyor. Ayvalık’ın arka sokakları, daracık, kaldırımsız ve zar taşlarıyla kaplı. Eski yapıları ise öyle anılar, öyle güzellikler barındırıyor ki, görülmeye değer. Her sokağın, her evin bir öyküsü var. 1800’lü yıllardan günümüze kadar korunabilen bu yapıları genellikle sanatçılar tercih ediyor. Ayvalık’ı mesken tutan sanatçılar eski yapıları atölye olarak kullanıyor. O mistik havada birbirlerini tamamlıyor gibiler. 9/8'lik olunca Ayvalık’ı mesken tuttuğum tarihten bugüne kadar Ayvalık Belediyesi Orhan Peker Sanat Galerisi’nde çok sayıda sergiyi izledim. Geçtiğimiz yıl ağustos ayında, bir sergi vardı ki tadına doyamadım. Hiç eğitim almadan, kişisel girişimleriyle resim tekniğini öğrenerek kendi tarzını oluşturan Ayvalıklı ressam Arif Buz’un, Romanların renkli yaşamından kesitlerin yer aldığı kişisel sergisi muhteşemdi. Serginin adı 9/8 olunca, açılış da canlı müzik eşliğinde 9/8’lik coşkuyla yapılmıştı. Sergiyi gezdikten sonra sanatçı ile ayaküstü sohbet etmiştik, beni atölyesine davet etmişti, ama gitmek kısmet olmadı. Araya pandemi de girince süre uzadıkca uzadı. Nihayet geçtiğimiz günlerde telefon ile randevulaştıktan sonra buluşmaya karar verdik. Arka sokaklarda hava değişiveriyor Sanatçının atölyesine giderken, Talatpaşa Caddesi’nden Arabacılar Meydanı’na döndüğümde yağmur ince ince yağmaya başladı. Meydana geldiğimde, sağanağa dönüştü. Çınarlı Camisi (Ayos Yorgis) sokağına ulaştığımda sokakların havası bir anda değişti. Cami sağımda kalırken, sanatçının atölyesi solumda sıralanan tarihi yapılardan birindeydi. Beni sanatçının eşi Cemile Hanım karşıladı. Atölyeye giriş yapacağımı düşünürken kendimi kuaför salonunun ortasında buldum. Ama öyle cafcaflı bir salon gibi düşünmeyin. 1800’lü yıllardan kalma yapının konseptine uygun, koltuklar, aynalar, duvarlarda sanatçının resimleri... Bir anda iki yüz yıl geriye gitmiş gibi hissettiren bir ortam. Kiremit, bez, çivi, alçı tercih nedeni Kendini figüratif ressam olarak nitelendiriyor, diğer mesleği kuaförlük olan alaylı ressam. 1957 yılında Ayvalık'ta doğan sanatçı Arif Buz akademik eğitim almamasına rağmen kendi olanaklarıyla resim tekniği öğrenip kişisel çabasıyla tarzını oluşturmuş. Resim serüvenini klasik anlayışla Ayvalık evleriyle başlatan Arif Buz, daha sonra empresyonist ve sürrealist akımları, natürmort, figüratif ve soyut tarzlarla devam ettirmiş. Klasizmi ve modernizmi aynı potada eritip kendinden bir şeyler katmayı yeğleyen sanatçı çalışmalarında orijinal materyalleri (kiremit, bez, çivi, alçı vb.) tercih ediyor, değişik boya ve boyama tekniklerini kendine has bir üslupla kullanıyor. Atölye ve yatak odası Sanatçı, askerlik dönüşü İstanbul’a göçüyor, orada resim çalışmalarını hızlandırıyor, yaşamını sürdürmek için kartpostallar yapıp satıyor. 1979 yılında Ayvalık’a dönen ressam o ilk günlerin nasıl geçtiğini şöyle anlatıyor: “Burada ilk önce atölyem yoktu. Evlenince evin bir odasını yatak odası, arka odayı da atölye yaptık. Fakat orada olmadı, etraf batıyor, kirleniyor diye hanımla biraz sorunlar yaşadık. Sonra aşağıdaki pasajdan bir dükkan tuttum, uzunca bir zaman orada çalıştım. Burası eski bir yapı, tabi şimdi hanımlar düzgün yer istiyor. Çatısı akmaya başladı, tadilatını yaptık. Arkadaşım Mustafa Sevinç’in atölyesi yoktu. Bir süre iki arkadaş çalıştık. Evin giriş katı kadın kuaförü, üst kat tamamen atölye.”
E-DERGİ
İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Güncel sayıya göz atın