TEMMUZ2017 Avram Ventura
Haklı olmak uğruna
HAKLI OLMAK UĞRUNA Avram Ventura Yakın çevremle olduğu kadar zaman zaman arkadaşlarla da şu sorunun yanıtını aramaya çalışırız: Haklı olmak mı, mutlu olmak mı? Ben genelde seçimimi mutlu olmaktan yana kullanıyorum. Kuşkusuz somut bir olay olduğunda onun üstünde tartışmak, yaklaşımımız sonucunda elde edebileceğimiz kazancı ya da yitirebileceklerimizi ortaya koymak daha gerçekçi olacaktır. Oysaki bu konu, yalın bir soru olarak karşıma çıktığında, gösterdiğim ilk tepki neden iki karşıt uçtan birini seçmem gerektiğidir. İlk anda, dilimin ucuna haklı olma isteği gelirken, bu kez farklı sorular hızla kafamın içinde akmaya başlıyor: -Hem haklı, hem de mutlu olamaz mıyım? -Haklı olmak uğruna, mutluluktan mı vazgeçmeliyim? -Mutsuz olduktan sonra, haklı olmak neye yarar? Bu sorulardan her biri kuşku yok ki uzun uzun tartışılabilir. Herkes bu konulara bilgileri, deneyimleri doğrultusunda yaklaşacaktır. Kendi payıma, daha sözümün başında mutluluktan yana olduğumu söylemiştim. Sözlerimi güçlendirmek için Platon’a sığınmak istiyorum. Bu ünlü düşünür, haksızlık yapmakla, haksızlığa uğramak arasında bir seçim yapmak zorunda kalsam, haksızlığa uğramayı seçerim, diyordu. Huzurlu olmak isteyenler için bir kaçış yolu gibi görünebilir, oysa kişinin yapısı, bilgeliği ya da kimileri için yüreksizliği onu bu seçime yönlendirmektedir. Bu konu üstünde düşünürken, canlı bir örnek olarak Suter’in öyküsünü anımsadım. Johann August Suter’i, Stefan Zweig’ın Yıldızın Parladığı Anlar kitabından tanımıştım. Öyküsü kısaca şöyle: Suter Avrupa’da bir kanun kaçağıdır. Yargıdan kurtulmak için bir gemiyle New York’a gider. Bu yeni ülkede de sürekli yer değiştirir, farklı işler yapar. En son Kalifornia’ya gelir, San Francisco adlı küçük bir kasabada, vali ile görüştükten sonra, toprakların on yıllık işletme hakkını alır. Zaman içinde işleri büyür, topraklarındaki verim artar, ambarlar genişletilir. Suter zengin ve mutludur. Bir gün topraklarında altın bulunur. Haber her yana yayılır. Bir anda toprakları işgal edilir. Elinde mahkeme tarafından verilmiş resmi bir belge olmasına karşın, büyük yığınların karşısında direnemez. Evleri yakılır, çiftlikleri yağmalanır, kararı veren mahkeme salonları talan edilir. Bu arada iki çocuğu öldürülür, biri de kaçarken ölür. Suter tüm varsıllığına karşın bir başına kalmıştır. Yirmi yıl süresince mahkeme kapılarında hakkını arar. Sonunda, cebinde dünyanın en zengin insanı olduğunu gösteren bir belgeyle, ölüsü sokakta bulunur. Suter, tüm arayışlarında hem yasal, hem de vicdanen haklıydı; ama ömrü boyunca hiç mutlu olamadı! Kuşkusuz bunun, abartılı olduğu söylenebilir; ancak düşünmeye yönlendirmesi bakımından, bu yaşanmış öykü güzel bir örnektir. Çok kez bizim de başımıza gelmiyor mu? Haklılığımızı savunma uğruna eşimiz, dostumuz ya da ilişkide bulunduğumuz bir insanla tartışabiliyor, kavga edebiliyor, belki de nefretle birbirimizden uzaklaşabiliyoruz. Sonuçta, haklılığımız elimizde olmadan bizi mutsuzluğa sürükleyebiliyor. Eski Yunan düşünürü Demokritos, haksızlık edenin, haksızlığa uğrayandan daha mutsuz olduğunu söyler. Herhalde bu ünlü düşünür, bu sonuca varırken her iki tarafın da vicdanlı insanlar olduğunu varsayıyordur. Biliyorum, asıl soru namluya sürülmüş bir mermi gibi hazır bekliyordur: -Peki ne yapalım? Haksız olduğumuzda zaten kendimizi savunacak bir sözümüz kalmıyor. Haklı olduğumuzda da suskunluğumuzu sürdürerek nasıl mutlu olabiliriz? Sanırım her türlü yanıtın karşıtını da kendi doğrusu içinde bulabiliriz. Bu yüzden haklı ya da mutlu olmayı bir seçim olarak görmek yerine yaşam tarzımızın bir yansıması olarak değerlendirmek gerekir. Bir başka deyişle mutlu olma seçimimiz, duygusal ve düşünsel alandaki gelişimimizle birlikte, olay ve insanlara olan yaklaşımımıza bağlı olacaktır.