NISAN2018
Avram Ventura
Öğrenmek - bilmek
Birkaç yıl önce, İzmir Kitap Fuarı’nda imza günüm vardı. Orta yaşlarda bir bey, son yayımlanan deneme kitabımı almış inceliyordu. Sayfalarını karıştırıp içindekiler bölümüne baktıktan sonra bana döndü. “Yazdıklarınızın tümü benim bildiğim konular!” dedi. Kendisine haklı olduğunu söyledikten sonra şunu ekledim: “Kitaptaki konulardan hiçbiri, kuşkusuz size yabancı değildir, ben ancak bildikleriniz kadar unuttuklarınızı anımsatmak için yazıyorum!” Sonraki kısa konuşmamızda kitap okumaya hiç zaman ayırmadığını, her şeyi hayattan öğrendiğini övünerek anlatmıştı. Yalnızca dinledim. Her şeyi bildiğini sanan bu kişiye verecek ne yanıtım olabilirdi ki?..
Ne yazık ki bu tür insanlarla her zaman ve bulunduğumuz her ortamda karşılaşıyoruz. Sınırlı bilgileriyle kendilerini olduklarından çok önemseyenlerden tutun, hiçbir şey bilmeyip de her konudaki görüşlerini ortaya koymaya çalışanlara kadar… Zaman zaman bu tür insanların farklı örneklerini görmek bizleri artık şaşırtmıyor. Hele varsıllıkları ve başarıları ile toplumda yer alanlar, fırsat bulduklarında her konuda seslerini yükseltme haklarını kendilerinde bulabiliyorlar.
Kendi payıma iyi bir okuyucu olduğumu söyleyebilirim. Buna karşın kitapların o engin okyanusuna daldıkça susuzluğumun daha çok arttığını, bildiklerimin ne kadar yetersiz olduğunu, yıllar geçtikçe daha iyi görebiliyorum. Öyle ki, bir alanda bilgilerimi çoğaltmaya çalıştıkça, başka alanlardan gelebilecek sorular karşısında kendimi çırılçıplak kalmış gibi duyumsuyorum. Ama şunu da eklemem gerekir: Olgunlaştıkça en önemli kazanımım, “Bilmiyorum!” demeyi öğrenmiş olmamdır.
Cahiller dışında hangimiz her şeyi bildiğimizi söyleyebiliriz ki? Kendi alanında en başarılı insanlar, çoğu kez günlük yaşamın en yalın konularına tümüyle yabancı kalabiliyorlar. Doğaldır! Bilginin son hızla çoğaldığı ve en kısa zamanda paylaşıldığı günümüz dünyasında, bilmek bir yana, bildiklerimizi de sürekli güncellemek durumundayız. Bugün doğru diye savunduklarımız, yeni buluşlar ışığında bizi yanılgıya sürükleyebiliyor.
Montaigne’in ünlü sorusu hiçbirimize yabancı değildir: “Ben ne biliyorum ki?”
Bilgiye, ancak böyle bilgece bir sorunun yanıtıyla ulaşabiliriz belki…
Bir mahallede Bilgin Dede adında çok bilgili, evinin her yanı kitapla dolu, gece gündüz okuyan bir kişi varmış. Bir kış günü mangalla ısınıp kitap okurken kapı çalınmış, açtığında karşısına bir kız çocuğu çıkmış. Kıza ne istediğini sormuş. Çocuk, “Annem mangalınızdan biraz köz istiyor” demiş. Bilgin Dede, “Vereyim ama yanında kap falan getirmemişsin. Közler elini yakar, neyle alacaksın? Git evden bir kap getir de öyle vereyim” demiş. Kız gerek olmadığını söylemiş. Dede şaşırmış, “Peki közleri nasıl götüreceksin, elin yanmaz mı?” demiş. Kız, “Merak etmeyin. Götürürüm ben onları” diyerek ellerini uzatmış, “Ellerimin içine kül doldurun, közleri de külün üstüne koyun” demiş. Bilgin Dede denilenleri yapmış. Kız küllerin üstündeki közleri elleri yanmadan götürüp gitmiş. Bilgin dudak bükerek, “Şu işe bak be!” diye söylenmiş. “O kadar çok kitap okudum, sürekli bilgiler edindim, ama şu kızın yaptığı şey aklıma gelmedi doğrusu.”
Yaşamdan olduğu kadar her insandan öğreneceğimiz bir şeyler mutlaka vardır.
Ataol Behramoğlu’nun şiirini anımsadım: Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var. Düşünürsek, aslında bir şey değil, her gün çok şey öğreniyoruz yaşadıklarımızdan. Kuşkusuz bilgi yanında, onları anlamlı kılacak olan kazandığımız deneyimlerdir!
Suzuki’ye göre bilgilenmenin ilk kuralı şudur: Bilmiyorum!
Platon’un söyleşilerinden de öğrendiğimize göre, Sokrates’in bilgeliği, bilmediğini bilmekten kaynaklanmaktadır.
Bu gerçeğin bilincinde olduğumuz zaman bilgi okyanusundaki ufuk çizgisi giderek genişleyecek, bakış açımız daha çok zenginleşecektir.