AGUSTOS2018 Avram Ventura
Papağanlaşma
Arkadaş topluluğu içinde yer aldığım ya da kimi zaman kulak misafiri olduğum söyleşilerde, özellikle dikkatimi çekiyor: Birçoğumuz, okuduğumuz gazetelerin, izlediğimiz televizyon kanallarının etkisi altında düşüncelerimizi savunuyoruz. Bu bazen bilinçli, bazen de bilinç dışı oluyor. Doğrusu, izlediği yayınlardan hiçbir şekilde etkilenmeyip, tümüyle bağımsız olarak kendi görüşlerini ortaya koyan, tanıdığım insan sayısı o denli az ki… Kendimi elbette çoğunluğun dışında görmüyorum. Mutlaka okuduklarımdan, dinlediklerimden olduğu kadar, doğru ya da yönlendirme amaçlı sunulan verilerden ben de etkileniyorum. Bunları sözle ya da yazıyla paylaşmak istediğimde, edindiğim bilgiler doğrultusunda düşüncelerimi aktarmaya çalışıyor, yorumlarımı da o şekilde yapıyorum. Bu yüzden kendimle çelişkiye düştüğüm de olmuştur, yanlış bilgileri paylaştığım da… Bu tür konularda bir genelleme yapmamın doğru olmadığını biliyorum. Öyle sanıyorum ki, bu çemberin dışına çıkabilen insanların yaklaşımlarında, yaşanmışlıklar kadar yıllar içinde oluşan deneyimlerin önemli bir payı oluyor. Bu içinde yer aldığımız toplumsal koşullanmayı, yalnızca politik ya da sosyal olaylarla sınırlamayalım. Sanat, bilim ya da teknoloji… Her alanda edindiğimiz bilgileri, yaşadığımız deneyimlerden ve kendi düşünce süzgecimizden geçirmediğimiz sürece, başkalarının sözcüsü olmak durumunda kalıyoruz. Bu konuda ABD’li özgün yazar Henry Miller’in bir sözü var: “Aslında birbirimizle konuştuğumuz falan yok; gazete ve dergileri rastgele okurken, edindiğimiz bilgi ve görüşlerle birbirimizi pataklayıp duruyoruz.” Ünlü yazarın düşüncelerine kısmen katılıyorum. Gerek aile içerisinde, gerekse daha geniş alandaki söyleşilerimizde yeni fikirler ortaya attığımızı sanıyor, kendimizce farklı yorumlar getiriyoruz. Oysaki bu bildiğimizi sandığımız, körü körüne inandığımız, sonuna dek savunduğumuz düşünceler, çoğunlukla başkalarının görüşleri oluyor! Özellikle yaşadığımız seçim ortamlarında, bizi yönetmeye aday kişileri dinler, onların söyledikleriyle ilgili yorumları okurken, çoğunlukla iki dürtünün etkisi altında kaldığımızı görüyorum: Bilmek ya da inanmak! Kişinin nasıl söylediğine odaklanmak yerine, ne söylediğini anladığımızda, bunu aklımızın süzgecinden geçiriyor, onun hakkında olumlu ya da olumsuz sonuçlara varıyoruz. Oysaki sözler bizi hiç ilgilendirmiyor, adaylığa soyunmuş kişiye yalnızca inanıyorsak, onun tüm söylemlerini koşulsuz desteklemiş oluyoruz. Kuşkusuz karşılıklı çıkar ilişkilerini tüm bunların dışında bırakarak… Başkalarının sözcüsü olmak durumundan söz ederken, nedense aklıma bir sözcük düşüyor: Papağanlaşma! Sözlük, başkalarından duyduklarını aynen yineleme olarak tanımlıyor bu sözcüğü. Sanırım bu tanım ve onun getirdiği davranış şekli birçoğumuzun yaklaşımı için doğru bir saptama olabilir! Daha çok uzatmadan, papağan üstüne anımsadığım bir öyküyle sözü noktalayalım: Gezginin biri gecelemek için bir hana varmış. İçeri girdiğinde, kafesinde “Özgürlük, özgürlük!” diye bağıran papağanı görmüş. Birden çok duygulanmış. Yıllarca özgürlük için çektiği çileleri, hapis yattığı günleri düşünmüş. Gece olmuş. Yatağına uzanmış, ama papağanı bir türlü aklından çıkaramamış. Sonunda kalkmış, kafesin yanına gitmiş, kuşu özgürlüğüne kavuşturmak istemiş. Oysaki papağan direniyor, bir türlü gitmek istemiyormuş. Sonunda onu dışarı çıkartmayı başardığında, odasına dönüp huzur içinde uykuya dalmış. Sabah uyandığında papağanın mutlu bir şekilde, kafesinin içinde “Özgürlük, özgürlük!” diye bağırdığını görmüş.