NISAN2019 Avram Ventura
Körü körüne
Buda, öğretisini yaydığı yıllarda rahiplerine şu öyküyü anlatmış: Genç yaşta eşini yitirin bir baba, tüm yaşamını biricik oğluna adamış. Yavrusunu evde bırakıp işe gittiği bir gün, haydutlar köyü basmış, evleri yakmış ve adamın oğlunu kaçırmışlar. Akşam dönüşünde baba, evin yıkıntısıyla karşılaşmış. Umutsuzca çocuğunu aramış. Evin yakınında yanmış bir çocuk cesedi bulunca, onu oğlu sanıp töreni yerine getirerek yakmış. Küllerini bir torbaya doldurduktan sonra, omzuna asmış, büyük bir yasa girmiş. Gittiği her yere bu kül torbasını da taşıyormuş. Aradan uzun bir süre geçmiş. Adamın oğlu babasının sandığı gibi ölmemiş, yaşıyormuş. Nasılsa bir ara haydutların elinden kaçmayı başarmış. Günlerce yürüyerek köyünü bulmuş. Bir gece geç bir saatte, babasının evinin kapısını çalmış. Baba içeriden kim olduğunu sormuş. Büyük bir heyecanla oğlu olduğunu söylemiş. Babası inanmayıp kapıdan kovmuş. Oğlu kaç kez kapıyı yumruklayıp onunla konuşmaya çalışmasına karşın sürekli ”Defol!” diye bağıran babasının sesini duymuş. Bir süre sonra umudunu yitiren çocuk, bir daha dönmemek üzere köyden uzaklaşmış. Buda bu öyküyü anlattıktan sonra rahiplerine bakmış ve şöyle demiş: “Bir düşünceye mutlak bir gerçekmiş gibi sarılırsanız, gerçeğin kendisi gelip kapınızı çaldığında, o kapıyı açma ve gerçekle yüzleşme yeteneğiniz hiç kalmaz!” Bu öykü bana bir ülküye, bir inanca ya da bir öğretiye körü körüne bağlanmış olan insanları düşündürtüyor. Kuşku duymadığımız, sorgulamaya olsun gerek görmediğimiz, yalnızca inanca bağlı olan her şey, hiç beklemediğimiz bir anda bizi büyük bir düş kırıklığına uğratabiliyor. Bunun canlı örneklerini her gün basında okuyor, televizyonda izliyor, yakın çevremizde görüyoruz. Bireysel davranışlar yanında, toplu adanmışlık sergileyen topluluk üyelerini, yeryüzünün her tarafında bulabiliyoruz. Zaman zaman basında ve haber kanallarında, bu üyelerin birlikte intihar ettikleri ya da akılla bağdaşmayacak eylemleri ile ilgili haberleri okuyoruz, izliyoruz. Bilmiyorum, hiç düşünmeden, sorgulamadan körü körüne bir inancın peşine düşen bu tür insanları nasıl nitelendirmeli? Sözcükler nedense, her zaman kendimizi ifade etmek için yeterli olmuyor! Yıllar önce bir arkadaşımın başına gelen bir olay hiç aklımdan çıkmıyor: Uzun yıllardır tutkuyla bağlı olduğu eşi, günün birinde, bir arkadaşının kışkırtmasıyla gizemli bir topluluğa katılıyor. Aradan aylar geçiyor. Bu süre içinde arkadaşımın, eşi üstünde hiçbir etkisi kalmıyor. Öyle bir noktaya geliyorlar ki, fiziksel ve düşünsel olarak, aralarının giderek açıldığını görüyor. Eşi hiç sorgulamadan, körü körüne yalnızca o topluluğun buyruklarını yerine getiriyor. Üzerinde ne kadar taşınmaz, para ve değerli eşya varsa, kısa sürede onların mal varlıklarına aktarılıyor. Arkadaşım gösterdiği tüm çabalara karşın, eşini bu giderek daralan ve boğan çemberin dışına çıkaramıyor, sonunda ayrılma noktasına geliyorlar. Körü körüne inancın getirdiği bir bağımlılığı gösteren bu örnek, benim için her zaman canlılığını koruyor. Bu satırları yazarken Can Yücel’in dizeleri geliyor dilimin ucuna: “Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. / “O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin. / Demeyeceksin işte. / Yaşarsın çünkü.” Yaşarız elbet; ama bazen kör gibi, bazen sağır gibi, bazen de dilsiz gibi… Sözü çok uzatmadan, kısaca şunu söyleyebiliriz: Her birimizin doğruları farklı olsa da, gerçek tektir! Kendi bulduğumuz doğruya, aradığımız gerçek diye bağlanacak olursak, yanılgıya, belki de büyük bir hayal kırıklığına düşmemiz kaçınılmazdır.