HAZIRAN2019 Avram Ventura
Yitirilenler - Geride Kalanlar
Mitch Albom’un Biraz İnanç kitabında okudum. Bir söyleşisinde yazar, Rav Albert Lewis’e “İnsanlar ölüm konusunda en çok neden korkar?” diye sormuş. Rav bir an düşünmüş. “Öncelikle, şimdi ne olacak düşüncesi vardır. Nereye gidiyoruz? Hayal ettiğimiz şey bu mu? Ama başka bir şey daha var.” Öne doğru eğilerek fısıldamış: “Unutulmak!” Yine bir başka söyleşide Rav elini yumruk yaptıktan sonra sormuş: -Bir bebek dünyaya geldiğinde yumrukları böyle sıkılıdır, değil mi? Neden? Bebek hiçbir şeyin iyisini bilmediği halde her şeyi kapmak ister, bütün dünya benim, der. Ama yaşlı bir insan ölürken nasıl ölür? Elleri açık olarak... Neden? Çünkü dersini almıştır. “Hangi dersini” diye sorduğunda Rav avucunu açmış, içi bomboşmuş. Sonra şöyle söylemiş: -Yanımızda hiçbir şey götüremeyiz! Evet, her şeyi arkamızda bırakıp gidiyoruz; ama hepsinden önemlisi, unutulmamak ve geride yalnızca onurlu bir ad bırakmak! Nedense birçoğumuz, bir şeyin değerini ancak eksikliğini gördüğümüz ya da onu yitirdiğimiz zamanlarda anlıyoruz. Onun dışında sahip olduğumuz her şey sıradan, çoğunlukla da değersiz görünür gözümüze. Günlük kullandığımız eşyalar kadar, alışkanlıklarımızı sürdüren koşullar, erdem değerleri, yeteneklerimiz, servetimiz, sağlığımız... Yaşantımız içinde yer alan her şey, bu listeye eklenebilir. Bir yaşamı bütünleştiren, anlamlı kılan bu değerlerden yoksun kalmadığımız sürece, onların varlığını duyumsamayız bile; oysa her yitirdiğimiz şey, yaşantımızı tümüyle karartmasa bile, en azından üzebiliyor. Ya da... Yitirilen ne olursa olsun, onların dışında kalan değerlerin bizim için ne kadar önemli ve anlamlı olduklarını anlıyoruz. Dr. Elisabeth Kübler-Ross, yaşam ve ölüm üstüne yazdığı yapıtlarla birçok ülkede ünlenmiş biri. Son yıllarını felçli olarak bir sandalyeye bağlı geçirmiş. Onun yaşama bakış açısını kendi sözleriyle aktarmak istiyorum: “Kayıp diye düşündüğümüzde, sevdiğimiz biri, hayatımız, evimiz ya da paramız gibi büyük kayıplar aklımıza gelir. Ama kaybın öğrettiklerinde, yaşamdaki küçük şeylerin de kimi zaman büyük şeyler olduklarını fark edersiniz. Hayatım oturma odamdaki hastane yatağı ve onun yanındaki sandalyeyle sınırlandı, ama pek çoğumuzun kesinmiş gibi kabul ettiği şeylerin bazılarını kaybetmemiş olmaktan minnettarım. Yatağın başucundaki lazımlığın yardımıyla en azından kendi başıma ihtiyacımı karşılayabiliyorum. Tuvalete kendi başıma gidemeyecek, kendi başıma yıkanamayacak olsaydım, bu benim için çok büyük bir kayıp olurdu. Sadece bu işleri hala kendi başıma yapabildiğim için bile minnettarım.” Hangimiz olanaklarımızla mutlu olmayı, yapabildiklerimizden minnettarlık duymayı öğrenebildik ki... Genelde, yalnızca yitirdiklerimizin arkasından hayıflanıyor, giderek üzüntümüzü çoğaltıyoruz; oysa sahip olduklarımızın değerini düşündüğümüzde ya da onlardan yoksun olanlarla kendimizi kıyasladığımızda, ne kadar mutlu olmamız gerekeceğini anlayabiliriz. “Ayakkabım yok diye üzülürken, ayaksız bir insan gördüm.” diyen atalar sözünü de kendimizce yorumlayabiliriz. Kuşku yok ki, hiç kimse eldeki değerlerden, olanaklardan, alışkanlıklardan yoksun kalmak istemez; ama her zaman göz ardı edilemeyecek bir gerçek var: Daha doğduğumuz andan başlayarak, kazandıklarımızla birlikte bir şeyleri de mutlaka yitiriyoruz. Yaşantımızın cari hesabındaki alacak ve borç bölümlerinde, bunlar her gün alt alta sıralanıyor. Tüm işlemlerin altına çift çizgi çekilip, son soluğumuzu verinceye kadar...