EYLUL2019 Avram Ventura
Huzursuzluk
Arkadaşımın işyerine gittiğimde, gözleri bir noktaya dikili, aklı kim bilir nerelerde, onu düşünürken buldum. Hiç keyfinin olmadığı görülüyordu. Önce onun ya da yakın çevresinden birinin sağlığı ile ilgili bir sorundan kaygılandım. Yok, herkes çok iyiymiş. Onun sorunu giderek azalan işler, tutturamadığı ödemeler dengesi, gelecek kaygıları… Aslında son zamanlarda çoğu insanın yakındığı, onları olumsuz düşünmeye yönelttiği konular! Kısacası arkadaşım, onca yıllık birikimine karşın huzursuzdu. Ne diyebilirdim ki… Maddesel sorunlar, ister istemez zihinsel sorunları tetikliyor. Kimi zaman da kendi dışında gelişen olaylar bile, kişiyi huzursuz etmek için yeterli olabiliyor. Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk romanında söylediği gibi… “Bir şeyler yapıyorum, yürüyorum, konuşuyorum, yemek yiyorum yani her zaman yaptığım işleri sürdürüyorum ama nasıl anlatsam, bir boşluk duygusu içinde. Sanki içimde derin bir hiçlik var.” Hangimiz huzursuzluğun zaman zaman bizi etkilemediğini söyleyebilir ki?.. Olmadık bir anda, kimi gün bir olay yüzünden, kimi gün de hiçbir neden yokken, onun baskısını içimizde duyumsarız. Yaşadığımız sürece bu duygudan kaçınmamız olanaksız, önemli olan en kısa zamanda ondan nasıl kurtulabileceğimiz! Sözlerimle içinizi karartıp daha çok huzursuzluk yaratmadan, bir öyküyle konuya yaklaşalım: Adam, dünyanın en varsıl insanlarından biriymiş; ama ne yazık ki zihinsel huzur içinde değilmiş. Sürekli bir bilgeden diğerine gidip önerilerini dinliyor, hiçbiri ona yardımcı olamıyormuş. Sonuçta adamın huzursuzluğuna üzülen birisi ona bir köyde yaşayan, bir bilgeyi önermiş. Adam yeni bir umutla içinde çok değerli elmasları bulunan torbasını almış, atına binmiş ve köye ulaşmış. Bilgeyi herkes çok iyi tanıyormuş. Varsıl adamı hemen yanına götürmüşler. Bilge adamı dinlemiş ve sonra isterse ona aradığı huzuru verebileceğini söylemiş. Adam şaşırmış. Daha önce görüştüğü bilgeler ona çok farklı önerilerde bulunmuşlar, o da söylenenleri yapmasına karşın bir türlü huzuru bulamamış. Sonunda geldiği yolu da düşünerek bilgeye eğer onu iyileştirebilirse elindeki elmas dolu torbayı ona vereceğini söylemiş. Varsıl adam daha sözünü bitirmişti ki, bilge onun elindeki torbayı alıp koşmaya başlamış. Adam şaşkınlığını atlattığında peşinden gitmeye çalışmış, ancak şişmanmış, yaşamı boyunca hiç koşmamış, köyün yabancısı olduğundan sokakları da hiç bilmiyormuş. Sonunda bir ağacın dibine çökmüş. Bir yandan ağlıyor, öte yandan “dolandırıldım, hırsız var” diye bağırıyormuş. Köylülerse yalnızca gülüyorlarmış. Bir süre sonra bilge, perişan durumdaki varsıl adamın yanına gelerek torbasını verdiğinde hemen alıp göğsüne bastırmış. Bilge bu kez adama kendini nasıl hissettiğini sormuş. Adam içtenlikle ona huzurlu olduğunu, ancak çok garip yöntemleri olduğunu söylediğinde bilge açıklamış: “Hiçbir gariplik yok! Sen tüm varsıllığını kanıksamışsın. Onu yitirme olasılığını gösterdiğimde, farkına vardın. Yeni hiçbir şey kazanmadın. Sana huzursuzluk veren, kalbine bastırdığın torbanın kendisi. Şimdi evine git, kimseyi de rahatsız etme!” Bu öykü bana Amerikalı ünlü konuşmacı Dale Carnegie’yi anımsattı. Bir dönem ülkemizde de kitapları çoksatanlar listelerinde yer alıyordu. Yazılarında Uzak Doğu geleneklerini örnek vererek, bizi huzursuz eden duyguların, daha çok üstünde titrediğimiz, çoğaltmak için çırpındığımız maddesel değerler yüzünden olduğunu vurguluyor. Giderek dozu artan günümüz tüketim toplumunda, yazarın söyledikleri ne kadar doğru da olsa, gerçekliği tartışılabilir. Bireyselden toplumsala, çok geniş bir alanda ele alınabilecek bir konuya daha çok girmeden, Fernando Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı’nda yer alan şu sözle noktalayalım: “Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.”