EKIM2019
Avram Ventura
Benimsediğimiz inançlar
Okumaya, düşünmeye başladığımız anda, artık bir inancın yalnızca izinden giden, benimseyen değil, onu sorgulayan biri oluyoruz. Bu inancın temelleri, gelişimi, uygulamaları ilgimizi çekmeye başlıyor, iletilerini çok daha geniş bir açıdan görmeye çalışıyoruz. Bu konuları kırıcı olmadan, saygı ve sevgi sınırları içinde paylaşmak, tartışmak da doğrusu keyifli oluyor.
İsterseniz, sıradan bir soru üstünde düşüncelerimizi yoğunlaştıralım:
-Tüm inançlar, bir yalan demeyelim, binlerce yıldır üst üste eklenmiş bir kurgu temelinin üstüne bina edilmiş olsa?..
Benzer soruların çengelleri zaman zaman aklıma takılsa da, bir süre önce söyleştiğimiz bir arkadaşımın bana doğrudan sorduğu bu soruya, bir yanıt vermekte zorlanmıştım. Herkesin duyarlı olduğu böyle bir konuda, yorum yapmak gerçekten güç; ama bir genellemeye giderek şunu söyleyebilirim:
Bilinçlendiğimiz andan başlayarak, kimi inançlarla kendimizi güvende görüyor, geleceğe umutla bakıyoruz. Uygulamalarını, geleneklerini benimsediğimiz bu inançların, yaşantımızda önemli bir yer aldığını, bunları çıkardığımızda, hayatımızda büyük bir boşluk doğabileceğini, kimi sorunlar yaşayabileceğimizi de biliyoruz.
İnanç sistemleri, temelde her zaman insana erdemli bir yaşamın yolunu çizmeye çalışmış. Yine bağlı olduğumuz inanç doğrultusundaki eğilimlerimiz, diğer insanlarla ilişkilerimizi, aradığımız mutluluğu, yeşerttiğimiz umutları beslememizde etkin olmuşlardır. Bunlara karşın sözcüleri olmuş kimi önderlerinin yanlış ya da kendi çıkarlarına uygun yönlendirmeleriyle, kötülüklerden savaşlara her türlü olumsuzluğun tohumunu da ekmişlerdir. Dünya tarihi içinde bunun sayısız örneklerini görebiliriz. Yaşantımızın düşünsel alanını ipotek altına almaları bir yana, ölüm sonrası için de ödül ya da ceza sözleri verilebilmekte, umutlar geleceğe taşınmaktadır.
Voltaire, Felsefe Sözlüğü’nde anlatır:
Hindistan’da geziye çıkan bir misyoner, yüzükoyun yere yatan, zincire vurulmuş, birkaç kuruş veren Hintlilerin günahları için kendini kırbaçlatan çıplak bir fakire rastlamış. İzleyenlerden biri, “Nefsine karşı bu ne gönül tokluğu!” demiş. Fakir, “Nefsime karşı gönül tokluğu mu, diye yinelemiş; şunu bilin ki öteki dünyada sizler at, ben de binici olduğum zaman, bunların acısını çıkarmak için bu dünyada kendimi dövdürüyorum.”
İnançları doğrultusunda, bu dünyadaki eylemleriyle ilgili olarak ölüm sonrası için bir beklenti içinde olanları anlayabiliriz; ancak öç alma duyguları yaratarak, bunları öte dünyaya taşıyanlar için ne söylenebilir, bilmiyorum.
İnanç sistemleri içinde ön sıraları tutan dinlerin de biricik amacı insanları doğru yola yöneltmek, daha erdemli olmalarını sağlamak değil midir? Anlatılan öyküler, söylenceler doğrultusunda kendimize paylar çıkarmaya çalışıyoruz.
Brezilyalı din bilimci Leonardo Boff, birlikte bulundukları bir ortamda Dalai Lama’ya sormuş:
-Sizce en iyi din hangisidir?
Dalai Lama şöyle yanıtlamış:
-En iyi din, seni Tanrı’ya en çok yakınlaştırandır. Seni daha iyi bir insan yapan hangi dinse, en iyi din odur!
-Daha iyi insan?..
-Daha insaflı, daha duygusal, daha az alıngan, daha sevgi dolu, daha merhametli, daha sorumlu, daha etik kılan hangisi ise, işte en iyi din odur.
Bu kadar sözden sonra, bana yöneltilen soruya, sanıyorum her birimiz kendine göre bir yanıt bulacaktır.