ARALIK2020
Avram Ventura
İyi ki varsın, diyebilmek
İyi ki varsın, diyebilmek
Gazete okuma, televizyonlarda haber izleme alışkanlığından kopamıyorum. Oysaki konuştuğum birçok arkadaşım gibi, çoğu kitle iletişim kanallarının haberlerine güvenimi yitirdiğimi söyleyebilirim. Siyasetçilerin, akademisyenlerin, sanatçıların bireysel çıkarları uğruna nasıl gülünç duruma düştüklerini izledikçe doğrusu sıkılıyorum. Hele kimileri, kendilerini toplum için vazgeçilmez bir konumda görmüyorlar mı?.. Sanki onlar olmasa tüm sistem çöker! Bu insanları dinlediğim zamanlar Tolstoy’un şu sözü aklıma geliyor:
“Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.”
Nedense son günlerde, her kesimde bu tür horozlar giderek çoğalıyorlar. Bir şirket, bir dernek, bir kurum ya da bir parti… Yönetilmesi gereken bir topluluğu sahiplenmeye çalışanları, onlar olmadan varlığını yitireceğini düşünenleri, her dönem ve konumda görüyoruz. Bunlar güçlü olduklarında, bulundukları durumu sürdürebilirler; ama geç de olsa, doğa yasaları hiç ayrım gözetmeden, onlara gereken yanıtı veriyor.
Biraz önce horozlardan söz ederken, bir süre önce okuduğum bir İran masalını anımsadım: Horoz öyle hastaymış ki, kümeste bulunanlar ertesi sabah kalkıp ötmeyeceğini düşünüyorlarmış. Bu yüzden büyük bir telaşa kapılmışlar. Anlaşıldığı gibi tüm hayvanlar, güneşin doğmasının horozun ötüşüne bağlı olduğunu sanıyorlarmış. Sabah olmuş. Horoz ağır hastalığı nedeniyle yattığı yerden başını olsun kaldıramamış. Buna karşın güneş, tüm görkemiyle parladığında, bütün hayvanların, horoz ötmeden doğmayacağına dair inançları bir anda yıkılmış. Tolstoy’un sözleriyle, anlattığımız masal nasıl da birbirini tamamlıyor! Birinde horoz, güneşin doğmasına ötüşünün etken olduğuna inanırken, diğerinde çevresini de buna inandırmış. Oysaki gerçek, önünde sonunda nasılsa gün yüzüne çıkıveriyor!
Zaman zaman “Ben olmasam var ya…” diye başlayan tümceler dikkatinizi çekiyordur. Kendilerini vazgeçilmez sanan insanlar, bunu sıkça kullanırlar. Onlar olmasa yönettiği şirket batar, başkanı olduğu dernek dağılır, kentler yaşanmaz olur, ülke zor durumlara düşer!.. Bu tür örnekleri her alanda sıkça görebiliyoruz.
Siyasal konulara girmeyi hiç sevmiyorum. Siyasetten de hiç anlamıyorum! Daha doğrusu politikacıların konuşmalarını çözmekte, dillerini anlamakta zorlanıyorum. Söyledikleriyle, söylemek istedikleri arasında bıraktıkları boşlukları doldurmak, genelde benim için çok güç oluyor. Bu yüzden farklı görüşlerin ışığında ve tarafsızlığına inandığım yazarların yorumlarına dayanarak, söylenenlerden kendimce sonuçlar çıkarmaya çalışıyorum.
Şimdi olduğu gibi, zaman zaman aklıma şu soru takılıyor: Uzun yıllardır farklı konularda okumaya, düşünmeye ve birikimlerimi paylaşmaya çalışan biri olarak, siyasetin dilinden anlamadığımı söylüyorum. Peki, ömrü boyunca eline hiç kitap ya da gazete almayan, okuduklarına kafa yormayan insanlar, benim çözemediğim bu dilleri nasıl anlıyor, söylenenlere nasıl alkış tutuyorlar?
Bu soruya inanç etmenini öne çıkarmanın dışında verebilecek bir yanıt bulamıyorum. Kuşkusuz siyasetçilerin kimi politikalarını benimsemek ya da kötünün iyisi olarak görmek, onlardan çıkar ilişkileri sağlamak gibi alt etmenleri de ekleyebiliriz; ama bu ve benzer yanıtların hiçbiri siyaset dilini anladığımızı değil, hangi safta yer tuttuğumuzu gösterecektir. Öyle ki bir insana, bir partiye ya da bir ülküye inandığımızda, söylenenlerden çok söyleyenlere kulak veriyoruz. Bu şekilde sevgi ya da nefret yaklaşımlarımız, kendi duygu ve düşüncelerimizin yansımalarına değil, bizi yönlendirmeye çalışanların sözlerine göre oluşmaktadır. Gerçek ya da yalan, doğru ya da yanlış… İçimizden kaç kişi, siyaset dilini kendi süzgeçlerinden geçirerek yorumlamaya çalışıyor, bilmiyorum. Özellikle doğruluk, erdem, güvenirlilik süzgeçlerinden…
Nitekim Amerikalı siyaset bilimci Hannah Arendt şöyle diyor:
“Doğruluk hiçbir zaman siyasal bir erdem olarak görülmemiştir. Yalan ise siyasette her zaman kullanılabilir bir araç olarak görülmüştür.”
Bir siyaset bilimci ve felsefeci bu sözleri söylüyorsa, benim bu siyaset dilini anlamakta zorlanmamı hoş göreceğinizi umuyorum! Belki de bu dile yabancı kalmamın ya da bana itici gelmesinin asıl nedeni, bunu kullananlara karşı güvenimin sarsılmış olmasıdır. Beni bu bildiğim sözcüklerle kandırıyorlar, bunlarla yalan söylüyorlar, gerçekleri saptırıyorlar… Bu dille kendimi aldatılmış duyumsuyorum! Politikacıların kimler olduğu, hangi ülkede yaşadıkları çok da önemli olmuyor. Çoğunluğun aynı ortak özelliklerde buluştuklarını, aynı dili kullandıklarını söyleyebilirim.
Ben olmasam var ya… Ne kadar da itici, ayrıştırıcı, benmerkezci sözcükler. İsterseniz sevgisiz, hoşgörüsüz, duygudaşlıktan yoksun da diyebilirsiniz. Düşündüğümüzde, bu konu daha çok yorum kaldırır. Bu yüzden en iyisi sözü uzatmadan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Bilgisayarla Konuşmalar şiirini anımsatarak son noktayı koymak!
“Sevgi uçsuz bucaksız / Ben olmasam da / Yokluğum var”
Keşke ben olmasam diye düşünen o insanlara, iyi ki varsın, diyebilsek!