HAZIRAN2020 Günter Soydanbay
İzmir’in Gelecek 10 Yılını Planlamak
İzmir’in Gelecek 10 Yılını Planlamak Muhtemelen çoğunuz o matrak haberleri görmüşsünüzdür: Koronavirüs yüzünden hava kirliliği ortadan kalkınca Ankara’da deniz göründü! İnsanoğlu doğadan elini çekince Kahramanmaraş Karayipler’e benzedi! Şaka bir yana, bu salgın sayesinde doğa rahat bir soluk aldı. Çin’de karbondioksit salınımının %25 düştüğü belirtiliyor. Pasifik Okyanusu’nda orka balinalarının daha önce olmadığı kadar kuzeye çıktıkları söyleniyor. Londra’nın doğusundan halkın evden çıkmamasını fırsat bilen geyiklerin şehir merkezine indiği haberleri geliyor. Tüm bunların Dünya Günü’nün 50. yılını kutladığımız zamana gelmesi de herhalde ilahi adalet. 1970’te milyonlarca Amerikalının sokaklara dökülmesiyle başlayan doğa farkındalığı, zaman içinde 150 ülkeyi kapsayan ve çevre yönetmeliklerine şekil veren bir küresel harekete dönüştü. Batı dünyasındaki aklıselimler kovid-19 aşıldıktan sonra önceliğin küresel ısınma olması gerektiğini söylüyorlar. Ancak doğayı korumak konusunda ülkeler sınıfta kalıyor. Onların bıraktığı başrolü ise şehirler sahipleniyor. Paris Antlaşması’nı şimdiye kadar 1,200’den fazla kent imzaladı. Türkiye’de ise İzmir’in başını çektiği 24 belediye İklim İçin Biz Varız deklarasyonunu imzaladı. Bu önemli. Çünkü Birleşmiş Milletler’e göre kentler, dünya genelindeki CO2 salınımının %75’inden sorumlu. Özellikle taşımacılık ve ısıtma-soğutma en sorunlu alanlar. İşte İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin (ve diğer katılımcıların) taahhüt ettiği yenilenebilir enerji ve ekolojik tarım uygulamalarına da bu çerçeveden bakmalıyız. İlginçtir, koronavirüs, küresel ısınma ve kentsel markalaşmanın kesiştiği noktada yeni bir kavram belirmeye başladı: yeşil destinasyon. Geçen sene bu konuyu ele almış ve demiştik ki, “An itibariyle yeşil destinasyon olmak bir niş strateji gibi görünebilir. Ama unutmamak gerekir ki tarih boyunca hep bugünün marjinal fikirleri, yarının ana akım trendleri olmuş.” Gelişmeler gösteriyor ki yeşil destinasyon olmak beklendiğinden de hızlı bir şekilde ana akım haline dönüşüyor. Yeşil kent olmanın faydalarını üçe ayırabiliriz. İlk olarak hemşeriler tarafından bakalım. Salgın yüzünden hayatımıza getirilen kısıtlamalar kalktıkça insanlar bir araya gelmeye başlayacak. Ama bunu AVM gibi iç mekanlarda yapmak istemeyecekler. Dolayısıyla geniş, yeşil ve güvenli dış mekanlara ihtiyaç olacak. Bireyler mümkün mertebe toplu taşımadan uzak durmak isteyecekler. Bu durumda yürünebilir ve bisiklete binilebilir kentler ön plana çıkacak. Lojistik sistemi eskisi kadar etkin çalışamayacak. Hal böyleyken yöresel ürünlerin satıldığı pazarlar önem kazanacak. Bu saydıklarımızın tamamı zaten yeşil destinasyon olmanın olmazsa olmazları. Ve önümüzdeki senelerde halk, hayat kalitelerini yükseltecek bu çözümleri belediyeden talep edecek. Turizm araştırmalarına göre önümüzdeki süreçte turistlerin bir numaralı talebi temizlik-hijyen olacak. Bunu tıkış tepiş olmayan ortamlarda, doğa ile buluşabilecek mekanlar takip ediyor. Yeşil destinasyon sertifikasyonuna sahip mekanların algı açısından yarışa bir adım önde başlaması söz konusu. Bu sertifikasyonu Mavi Bayrak’a benzetebiliriz. Deniz tatili yapmak isteyen birini düşünün. Önünde bilmediği iki alternatif var. Fiyat performans açısından birbirine benzeyen bu mekanlardan biri Mavi Bayrak’a sahip, diğeri değil. Hangisini seçmesi daha olası? İşte yeşil destinasyon sertifikasyonu da benzer bir şekilde ibreyi İzmir’in yönüne çevirebilir. Son olarak ticaret-sanayiyi ele alalım. Kanada salgından çıkış yolu olarak yeşil enerji ve temiz teknolojiler sektörüne önem veriyor. Bina yenilemeden elektrikli araç şarj istasyonu inşa etmeye, hidrojen enerjisinden yeşil kamusal alan danışmanlığına bir çok iş kolu hükümetin algı radarında, çünkü geleceğin burada olduğunu düşünüyorlar. Bu bağlamda yeşil destinasyon olmak da yatırım çekmekten ürün ihraç etmeye kadar stratejik bir avantaj olabilir. Yeşil destinasyon olmak (ve bunun hakkını vermek) İzmir’in gelecek 10 hatta 20 yılını garanti altına alabilir. Ne dersiniz?