HAZIRAN2017 Metin Rodop
Aşka bakışınız aslında hayata bakışınızdır.
Yukarıdaki başlık, kaçınılmaz olarak, yazar acaba yine böyle popüler bir konuya, yani aşk konusuna mı giriyor şeklinde bir merak duygusu uyandırabilir. Her ne kadar aşk çoğu zaman serüven dolu bir yolculuk olarak kabul edilse de amacının ve yönünün göründüğü kadar belirsiz olmadığı iddiasındayım. Burada istediğim şey sadece "aşk"ı bilinen yönleri ile değil, bizim anladığımız veya hissettiğimiz şekli ile irdelemek. Bir zamanlar bir siyasetçiye “hiç aşık oldunuz mu?” diye sorduklarında, o da “doğrusu sizin aşktan ne anladığınızı bilmediğim için buna cevap veremem” demişti. Öncelikle, eğer insanlar Tanrı`ya inanıyorlarsa aşka da inanıyorlar ve bu dejenere edilmiş, sorun yaratan kelime ile bazen çok oynadığımızın ben de farkındayım ancak içinde metafizik kavramları da barındırabileceği gibi tuhaf bir izlenim taşıyorum. Jean Paul Sartre, "Tanrı yoktur. O bizim yalnızlığımızdır” demişti ve beni motive eden bu cümlede ben de aşık olan birinin yalnızlığını bulma umuduyla yola çıktım. İtiraf etmeliyim sanatsal açıdan pek bir değeri olmayacak sıradan bir aşk romanı yazmaya niyetlenmiş olsaydım sanırım aşkın özüne ihanet etmiş olurdum, para da kazanabilirdim ama aşk kavramı da yara alırdı. Bana göre bir insanı güçlü ve duyarlı bir şekilde sevmek ve anlamak çok ayrıcalıklı bir şeydir ve bu yüzden her çağda aşıklar gereken övgüyü almış ve nihayetinde kabul görmüşlerdir. Öte yandan aşk meselesinin günümüzde çok hafife alınmaması gereken bir olgu olmasına rağmen, her konuda olduğu gibi bunda da bir genelleme yapmanın oldukça riskler içerdiğini kabul etmeliyiz. Bence fiziksel hastalıklar gibi yaşanılan her aşk da kişilere özeldir ve onların kendilerine özgü kişilik, zeka ve kültürel yapıları içinde ele alınmalıdır. Bununla birlikte kişilerin tamamen salt mantıktan bağımsız hareket ettiklerine yönelik bir algılama ise “aşkın gözü kördür" şeklinde bir mite dönüşmüş gözüküyor. Acaba gerçekten öyle mi? Yıllar önce bir kadın bana “Onu sevmesem de o beni her zaman sevdi ve ben de onu sevmeye çalıştım, onu kaybetmiştim ama saygısını kazandım” diyordu. Bir diğeri ise, “Bana en zor anlarımda yardımcı olduğu halde ben yine de onu sevemedim ve boşanma kararı aldım” dediğinde kadınların evlilik ve aşk konularında ne kadar keskin ayrımları olduğunu keşfettim. Bu itiraflar bize herhangi bir yoğun duygu olmaksızın kişiyi zararsız bir figür olarak ele alabildiklerini, zamanla bu duruma alıştıklarını ve böylece ilişkiyi akla uygun hale getirdiklerini çağrıştırıyor. Görünüşe göre onlar aşık olmadan sadece sıradan bir beğeni ve sempati ile, iyi niyetli duygular besleyerek rahatlıkla evlenebiliyorlardı ama anne olmanın kutsallığını kabul ediyorsak eğer; böyle bir yasal birlikteliği çoğu zaman sadece bir çocuk sahibi olmak amacıyla kullanmaları pek de anlamsız gözükmüyor. Bunun yanısıra bu süreç, hepimizin hayatımızın belli bir döneminde ezberlediğimiz yaşam kalıpları içinde, mutlu olabileceğimiz varsayımı ile diğerlerini taklit ederek sürdürdüğümüz bir oyuna benziyor. İşte bu nedenlerle aşk konusunu ele alırken evlilik denilen ve zamanı gelince bazı sosyal nedenlerle yapılan sözleşme ile bir aşkı kastetmediğimizin altını özenle çizmeliyiz. Bununla birlikte aşkın ne olabileceği konusunu anlama sürecinde, gözleri görmeyen insanların bir fili tanımlamaya çalışırken hayvanın herhangi bir yerine dokunarak yorumlamaya çalışmaları gibi, bizler de özellikle yaşamımızın farklı dönemlerinde aşkı gerçekten çok farklı değerlendiriyoruz. Örneğin bırakın sadece genç yaşlardaki hormonal yapıyı, DNA zincirlerinin uçlarındaki telomerlerin yaşam süremizi belirlemesi gibi oksitosin hormonunun eşler arasındaki bağın oluşmasında ayrıca orgazmda ve anksiyetede çok önemli bir görevi olduğunu biliyoruz. Bunun yanısıra bir diğer bilimsel gerçek ise kişinin içine kapanık veya dışa dönük bir kişiliğe sahip olup olmamasının ardındaki temel nedenlerin aslında beynimizdeki serotonin hormonunun miktarına bağlı olmasıdır. Bu doğrultuda, beynimizde bu hormonun çok miktarda olması halinde ise dışa dönük ve maceracı, az olduğunda ise karamsar ve melankolik bir kişilik yapısına sahip olduğumuz biliniyor. Nitekim şizofrenlerde bu hormonun hiç olmadığı veya çok az olduğu kabul edilmiştir. Bu noktada, aşk, eğer bir çılgınlık ve abartma hali ise belki de bu hormona fazlasıyla sahip olanların düşebileceği bir romantizmi simgeler. Gençlik yıllarındaki bilgi ve deneyimlerin ışığında düştüğümüz yanılsamaları ise basit bir aşk deneyimi olarak görmek yolumuzu bir yönü ile aydınlatabilir ancak yıllar geçtikçe farklı yaş kategorilerinde algılanan aşkın niteliği de farklı olacaktır. Öyle ise bir aşkın duygusal veya zihinsel boyutunu tanımlamak göründüğü kadar kolay değildir. Francis Bacon kadınların, gençlik yıllarında bir sevgili, orta yaşlarda bir arkadaş ve ileri yaşlarda bir dadı olabileceklerini söylemişti. İster katılalım ister katılmayalım onun bu değerlendirmesi benim yukarıda sözünü ettiğim farklı yaşlardaki aşk algılaması ile birlikte aşkın gizemini ve belirsizliğini daima koruyacağını gösteriyor. Çoğu zaman aşkla din arasında da bağlantı kurulmuştur. Çünkü aşkın tıpkı Tanrı'ya inanmakla eşdeğer bir şey olduğu düşünülmüştür. Kişisel olarak bu görüşe katılabilirim ancak gerçekten bir kimseye bağlanmanın her şeyden önce bir inanç sorunu olduğu ve bu inanç söz konusu olduğunda mantıksal çıkarımların devre dışı kalacağı çok açıktır. Bu yaklaşımda aşkın gözünün kör olduğu savını desteklediğini düşünebilirsiniz ama eğer öyle ise yani bir inanç sorunu ise kişiler birbirine inanmadan önce hangi kriterleri dikkate alırlar? Çünkü üreme arzusu ile oluşan bir aşkın varlığından bile söz edilebiliyorsa, üstelik kişinin sosyo-ekonomik ve kültürel yapısının dışında, genetik yapısı, zeka seviyesi, yetiştirilme biçimi ve diğer toplumsal hipnozlar ışığında nasıl bir aşk algılaması içinde olduğu belirsizdir. Doğrusunu isterseniz, gençliğin ihtiyarlığı diyebileceğimiz orta yaşlar ve ileri yaşlarda ise aşk konusunda tarafsız olmanın kolay olmadığını söylemeliyim. Çünkü bu yaşlarda ister kadın, ister erkek olsun neyin doğru veya neyin ideal olduğunu değil ama neyin olmayacağını biliyor bir halde buluruz kendimizi. Pubilius Virgilus Maro’nun şu dokunaklı sözünü çok beğeniyorum: "Yıllar geçiyor ve yıllar sevmek için daha soğuk olmaya başladı.” Bu yüzden en dikkatimi çeken şeylerden biri yaşlandıkça diğer insanların yanınızda olan bir kadının sevgiliniz olabileceğine inanmamalarıdır. Oysa ben ısrarla Sofokles’in söylediği gibi “Sevince en iyi yaşlıların seveceğine" inanıyorum. Ancak bu söz yaşlı birinin yanında genç biri olması gerektiğini çağrıştırmamalı elbette. Ama deneyimli ve eğitimli insanların aşk olgusuna yaklaşırken romantizm ve zihinsel gerçekliği en iyi şekilde birleştirebilecekleri varsayımı kayda değer bir saptamadır. Romantizm sürecinde bir kadının en çok istediği ve aradığı şey, hiç kuşkusuz kendisini özel ve ayrıcalıklı hissetmesidir ama bu ona bir erkek tarafından ödül gibi sunulmamalıdır. Bu bilinçte olan bir kadın sadece güzelliği ile değil zekası ve kendine olan güveni ile de aşk sürecine ciddi bir katkıda bulunarak bir erkeğin sadece sevgisini değil saygısını da kazanabilir. Gözü kör olan bir aşık için bunun bir önemi olmayabilir ama sevmek sanatının da bazı kuralları vardır. Dünyanın en güzel kadını da olsanız sonuçta bu yüzeysel bir şeydir ve sadece güzel bir yüz veya vücut yapısı değil erdemleriniz ve kişiliğiniz de sizi sevgilinizin gözünde özel yapar. Aşk bu anlamda beklentilerin karşılanması olarak da görülebilir, nitekim kişiler arasındaki uyum tıpkı bir müzik yapıtında notalar arasındaki uyuma benzer. Yanlış bir nota hemen dikkati çeker ve armoniyi bozar. Tarafların benzer felsefeye sahip olmaları ve birçok şeyi paylaşabilecek kültürel bir donanımda olmaları ise aşk olgusunu sadece bir güzelliğin egemenliğindeki cinsellik boyutuna hapsetmekten kurtarır. Tolstoy “Aşkların en şairanesi ahlaki meziyetlere değil, saçın modeline, cildin pürüzsüzlüğüne, elbisenin kesimine tabidir.” demişti. Romalı şair Vergilius ise, “Erdem bile güzel bir vücutta daha erdemli olur" derken, her ikisi de önemli bir noktaya parmak basmışlardı. Ancak bu yazarların aşkın güzellik ve estetik boyutunu bir kadına odaklarken aşkın bir başka boyutunu göz ardı ettiklerini görüyorum. Çünkü burada bir kadın ve erkeğin zekasını, kişiliğini ve diğer yeteneklerini dikkate almayan bir yaklaşımın aşkın geleceğini tehdit edebileceğini düşünüyorum. Aşkı sadece anlık bir keyif alma süreci olarak görürsek hem onu hafife almış hem de tarafların tamamen belirsizliklerin egemen olduğu bir dünyaya hapsolmuş olduklarını varsaymış oluruz. Oysa kısa dönemli olan abartılmış duygular aşkın iki gözünü kör etse bile sonsuzluğa uzanacak bir aşk için sağlam referans noktaları olması gerektiğine olan inancımı koruyorum. Masalların dışında zengin ve soylu prensler kentin fakir mahallesindeki bir kıza hiçbir zaman aşık olamazlar. Bu yüzden özellikle ortalama insanların çoğu kendi yörüngesindeki insanları sever, beğenir, hoşlanır ve birlikte olur. Bundan doğal bir şey olamaz ama birlikte olma şansları olsaydı da bu kez bundan anormal bir şey olamazdı. Bu noktada aşkın gözü yine de kördür diye ısrar edilirse, belki İngiltere Kralı 8. Edward’ın aşık olduğu Mrs. Simpson için tahtından vazgeçmesini örnek göstermek duruma uygun düşebilirdi. Bu olayda bile taraflar arasında bariz bir uçurum olmadığını özellikle belirtmeliyiz. Bu konuya “Aşık Olmak” adlı kitabında yazar Ayala Malach Pines de değiniyor ve şöyle diyor: “Mevcut kuram ve araştırmalar, kendi araştırmalarım ve yıllara dayanan klinik çalışmalar sonucu “Aşkın gözü kör müdür sorusunun yanıtının kesinlikle hayır olduğuna karar verdim. Bu kitapta kazara veya tesadüfen aşık olmadığımızı aksine gerek bilinçli gerekse bilinçdışı yollarla kime aşık olacağımızı dikkatle seçtiğimizi göstermeye çalışıyorum.” Örneğin şizofren teşhisi konulan dahi matematikçi Steve Nash’ın karısı onunla yaşamanın tüm zorluklarına rağmen ondan vazgeçmemişti. Ama bir kadın veya bir erkek neden vazgeçmez? Profesör Nash’in MIT’den öğrencisi olan Alicia Larde onun fiziksel görünümünün ötesinde zekasına da hayran kalmış olmalıdır. Bununla birlikte Steve Nash o yıllarda henüz paranoid şizofrenik belirtiler göstermiyordu. Bir Güney Amerika ülkesi olan El Salvador’da doğan Alicia’nın nasıl bir çocukluk geçirdiğini ise bilmiyoruz üstelik MIT’de öğrenciyken ünlü ve dahi bir profesöre aşık olmak pek de akıl dışı gözükmeyebilir. Profesör Nash’e daha sonra paranoid şizofren teşhisi konulduktan sonra hayat onlar için ne kadar zorlu olsa da onun yanında olmayı sürdürmesinin anlamı tıpkı milyonlarca insanın ölümü ile sonuçlanmış savaşları başlatan ve yaptıkları ile kendi halklarını felakete sürüklemiş en acımasız diktatörlere aşık olan kadınların durumuyla benzerlik gösteriyor. Hitler, Mussolini, Stalin veya Salazar gibi diktatörlerle birlikte olan kadınların diğerlerinden farkı neydi? Çünkü üstün bir zeka veya yetenek çoğu kadın için cinsellik kadar çekici olabiliyor ama daha önemlisi bu kadınların çoğu zaman gücü elinde bulunduran kişilere karşı olan hayranlıklarının olduğu gerçeğinin bilimsel olarak kabul edilmesidir. Bu açıklamalardan sonra “aşkın gözü kördür” iddiasına karşı en azından iki gözünün birden kör olmadığını ama diğer bir gözünün gördüğünü veya görmesi gerektiğini rahatlıkla söyleyebilecek durumdayız. Çünkü her zaman bir insanın mutluluğu gören bir gözünün olması akla çok yakın gözüküyor, üstelik hayatın varsayımlardan oluştuğunu kabul edersek belki de bu yüzden aşkın gözü kör bir haldeyken hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir varsayım olduğunu da kabul etmeliyiz. Ama bir aşkı nasıl tanımlarsanız tanımlayın önemli olan tek şeyin; bu evrende sadece bir kişinin bile bir diğerinin yüzünden mutlu olduğunu görmenin ona hak ettiği saygıyı ve onuru kazandıracağı gerçeğidir. Çünkü Pascal’ın dediği gibi “her şeye rağmen o aşkın içinde kalbin bir bildiği vardır aklın hiç haberdar olmadığı.”