SUBAT2018 Metin Rodop
Düşüncelerimizin en iyi aynası yaşamlarımızın akışıdır.
Uzun yıllar önce İzmir’de öğrenci olduğum yıllarda ekonomi, politika ve felsefe kitapları kadar psikoloji kitapları da okumaya çok meraklıydım, okumayı sürdürdükçe ilk kez karşılaştığım bazı kavramların kendileri ile birlikte içerikleri de çok ilgimi çekmeye başlamıştı. Ruhsal meselelere gösterdiğim ilginin ise kendimi ve çevremdeki insanları hatta tüm canlıları anlama çabasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu yüzden Freud, Adler, Jung ya da Reich gibi bilinen tanınmış yazarların kitaplarının yanısıra bulabildiğim ne kadar psikoloji kitabı varsa okumuştum. Böyle kitaplar okumanın hiç kuşkusuz bilgilenme açısından çok yararını gördüm ancak bu durumun başka bir sakıncası daha olmuştu: Çünkü kendim de dahil olmak üzere çevremde hemen herkesin normal olmadığına karar vermiştim. Böylece bu merakla okumanın, daha sonraki zamanlarda babamın anneme söylediği “Bu ailedeki en normal adam benim” sözlerinin ne anlama gelmiş olabileceğini anlamamı kolaylaştırması açısından daha fazla yararı olduğunu söylemeliyim ama yine de normal olmanın aslında ne olduğunu tam olarak çözümleyememiştim. “Eğer cennet varsa ben cennette olurum yoksa da bir kaybım yok” dedikten sonra “Tanrı bir yerlerde ciddi bir hata yapmış olmalı, bana sorarsanız herşey tam anlamı ile bir saçmalık” diyen babam gibi düşünebilmek normal olmak mıydı yoksa normal olmanın daha farklı tanımları da olabilir miydi ? Gerçekten zihnim oldukça bulanık bir halde yıllarca böyle yaşadıktan sonra günlerden bir gün bir televizyon programında tanınmış bir psikiyatristin normal nedir sorusuna verdiği cevap meseleyi benim için oldukça anlaşılır bir hale getirdi, öyle ki ben de yıllarca herkese normallik üzerine bir şeyler söylerken bu tanımlamayı kullandım. Normal olmak, demişti doktorumuz; kişinin kendisine ve çevresine zarar vermemesi halidir. Bu oldukça anlaşılabilir ifadede ben de evirip çevirip açıklar bulmaya çalıştığımı anımsıyorum ama yine de dönüp dolaşıp normalliğin en basit hali ile böyle bir şey olduğuna karar verdim. Çünkü babamın dediğine gore eğer her şey baştan aşağı bir saçmalıksa ki bana da hala öyle geliyor, bu durumda normallikten söz etmek ya da insanı belirli bir davranış kalıbı standartları varsayarak onun içine hapsetmenin ne anlamı olabilirdi ki? Eğer bunu yaparsanız belki de bugün sahip olduğumuz tüm sanatsal ve bilimsel her türlü değerli şeyin bir bakıma normal tanımına girmeyen bu insanlar tarafından gerçekleştirildiğini görmezlikten gelmek olurdu ki , bu da yanılgıların en büyüğü olurdu. Belki de bu anlamda normal olmak sıradanlık veya vasatlık ile özdeşleştirilebilirdi bile, öyle olunca da kahrolsun vasatlık dememek için kendimi zor tuttuğumu itiraf etmeliyim. Tüm bu okuma çabaları benim gibi herşeyi merak eden ancak belirli tarz konularda ki bunlardan biri psikolojik yapımız, insan beyni ve onunla paralel olarak incelenen bir başka önemli konu olan nöroloji ya da meseleyi biraz daha genişletirsek genetik bilimi diyebilirim. İşte bu konular üzerinde bir amatörün merakını aşacak düzeyde okumaya çalışırken sonuçta ne oldu dersiniz? Tam bu noktada şu kullandığım “amatör” kelimesi belki de bu açıdan anlamını bulmuş olabilir, çünkü bu işin üstadları biz sıradan meraklı okuyucular için meseleleri ne kadar basit bir şekilde anlatmış olsalar da sonuçta kafanız iyice karışıyor, ama kafanızı karıştıran her şeyin bu kadar karmaşık olması değil, her şeyin bu kadar basit olması oluyor. İşin içine biraz daha gizem katacak olursak peki tüm bu tesadüflerin anlamı ne diye soruyorsunuz. Yani bir insan ortalama neden yirmibeş veya otuzbin gün yaşar da acılar içinde yok olup gider sorusu tüm merakınızın önüne geçiyor. Böyle bir noktada genellikle insanlar dine sarılır, çünkü bu tarz soruların bilimsel olmaktan öte ilahi cevapları vardır ama bu bana göre değil, ben de bu yüzden konuyu öylece bıraktım orada, ta ki yeni bir cevap ortaya çıkana kadar yani kapatılmamış bir dava dosyası gibi hukuk tabiri ile söylersek takipsizlik kararı verilmiş olarak.. Genetikten söz etmişken; okuduğum son kitaplardan biri de Matt Ridley`in Genom adlı kitabıydı ve bu kitapta konular öyle güzel işlenmiş ki, kitabı bitirince bir çok şeyin cevabını almaktan dolayı müthiş bir heyecana kaplılırken aynı zamanda ciddi bir kaygıya kapıldığımı hatırlıyorum.Çünkü ne zaman hastalanacağımız ya da nerdeyse nasıl bir hayat süreceğimiz belliydi.Belli olmayan tek şey ise kontrol altında olmayan hemen herşeydi. Öte yandan çok daha önce okuduğum ve sürekli olarak incelediğim bir başka kitap daha var. O da Dean Hamer ve Peter Copeland adlı iki Amerikalı yazarın yazdığı “Genlerimizle Yaşamak” adlı kitap. Bu arada Matt Ridley’in Türkçeye “Gen Çeviktir” ve “Kızıl Kraliçe” adlları ile çevrilmiş olan kitaplarının da bu konuda yazılmış en iyi kitaplar olduğunu söylemeliyim ancak herkes için genetik serisi ile piyasada olan bir başka kitap var ki başlığı bile sizi kendine doğru çekmeye yetecek düzeydedir. O da Kattie McKissick’in “Ben bilmem Gen’im Bilir” adlı kitabıdır. Bu psikoloji ve genetik konularla ilgili kitapların dışında şu anda okuduğum kitaplar arasında Ayala Malach Pines`in Aşık olmak adını taşıyan kitabi var elimde. Ve bu başlığın altında da “Sevgililerimizi neye göre seçeriz” diye yine küçük bir alt başlık. Bana gelince ne zaman böyle şeylere rastgelsem bu olgunun insan yaşamında yarattığı karmaşa kadar oluşturduğu ciddi bir türbulansın kişinin duygu dünyasında nasıl bir dalgalanma sürecine yelken açtığına tanık olmak bana her zaman heyecan vermiştir. Eskiden ermiş denilen daha sonraki zamanlarda filozof olarak bilinen bilim ve sanat adamlarının bir bölümüne günümüzde yaşam koçu dense de ben bu tarz konularda ahkam keserek fetva veren insanlara daha çok düşünür demeyi seviyorum. Nitekim sevmeyi bir sanat olarak betimleyen Erich Fromm’ dan önce Romalı ozan Ovit de buna aşk sanatı demişti. Scopenhauer ile günümüz düşünürü, Alain De Botton un aynı isimli “Aşk Üzerine” adlı kitapları bu konudaki sorulara cevaplar ararken Robin Dunbar da buna aşkın bilimi demeyi tercih ediyor ama böyle karanlık denizlerde kaybolmak istemiyorsanız zihinlerde büyük bir kasırgaya yakalanmadan önce bu konulardaki edebiyatı iyice bir karıştırarak sakin liman bulmalısınız; bunun için de önce rotanızı yani amacınızı belirlemeniz gerekir. Örneğin benim amacım şuydu. Halkın bu konuda inandığı ve bildiği tek şeyin aşkın bir gün gelip de biteceği şeklinde inanış söz konusuyken ve hatta bu inanışın yanısıra bilim insanları bazı bilimsel kanıtlar sunarak, neden bittiğini açıklayabiliyor olsalar da bu durumda her başlayan görkemli ve kutsal sayılan bir ilişkide herkesin kendi kendine bu güzel duygular ne zaman bitecek diye sormasının olası bir hayal kırıklığını önlemek adına yararlı olup olmayacağını öngörmeye çalışıyordum. Ama gelin görün ki, gerçekçi olmanın kötümserlilk olarak lanetlendiği bir evrende buna cüret etmeniz sizin yalnız kalmanıza neden oluyor. İşte bu kaygı ile soru sormanın yasaklandığı fantastik bir dünyada yaşayan sevgililerin derdi sadece benim gibi doymak bilmez merakı olanlar başka yazarların da derdi haline geldiğinden beri ben de kendi adıma ısrarla tarafların, biteceği bile bilimsel olarak kanıtlanmş bir oyuna neden başladıkları iddiasına karşı; bir başka düzlemde kendi başıma cevaplar aramaya koyulmuştum. Ancak ne kadar çabalarsam o kadar karmaşaya düştüğüm zamanlarda ulaştığım sonucun beni bir nebze rahatlatabileceği umudunu koruyarak bu sonucu artık kutsal kitaplarda okunan bir duaya benzetiyordum. Böylece yolu asla düz gitmeyen bir aşkın ancak böyle bir dua ile sevgilileri kaostan çıkaracaklarına inanmaya başladım. Gerçi, işin içine ne zaman inanç girse mesele daha da karmaşıklaşır ama yine de arkasında rahatlıkla duracağım şu düşünce ile herkesin bir süre için huzura ereceğini düşünüyorum. Her iki taraf özgür ve bağımsız bireyler olarak kendilerine ait bir kümede kendi orjinalliklerini koruyarak var olabiliyorlarsa eğer; oluştruracakları yeni bir kesişim kümesi içinde ortaya çıkacak olan yeni bir duygusal ve zihinsel zeminde , biteceği önceden bilinen bu oyuna son vererek evrenle aralarında bir istikrar yakalayabileceklerini hayal ediyorum. Ortalama bir insanın özellikle genç yaşlarda aklını başından alan bir romantizmin -diye başladığım bir cümlede “özellikle genç yaşlarda” demiş olsam da bunu daha ileri yaşlardaki insanların da deneyimleyebilecekleri romantik bir ilişki olasılığını gözardı etmiyorum.Cahit Sıtkı Tarancı adlı şairin “Yaş otuz beş yolun yarısı eder” dizelerinden beri kimsenin üzerinde net bir uzlaşmaya varamadığı yaş dilimi olan orta yaşların bugün otuzbeş yaşın çok üzerinde olduğu tartışmasız bir gerçektir ama babam gibi yüz yaşına kadar sağlıklı bir şekilde yaşayabilirseniz elli yaş da sizin orta yaşlarınız olur ki ben mesela buna o yaşların bir çocuğu olarak iyi bir kanıt olabilirim. Ama bu esnada şu orta yaş meselesine takılmamın asıl nedeni tanımlama sorunu değil, bu yaşların herkesin hayatında en kritik dönemeçlerin olması bakımından ilgi çekici olabileceğini düşünmemden kaynaklanıyor. Tam şimdi, her zaman olduğu gibi Sofokles’in “Severse en iyi yaşlılar sever” sözü ağzımdan saçılmak üzere. Ne zaman aşk ve yaşlılık gibi iki uçta bir ikilemin karmaşasına girsem bu lafı etmek için can atıyorum. Sanırım bu ifadenin sadece kendi açımdan hoşuma gidiyor olması yeterli bir açıklama değil, çünkü ben Sofokles’in çok haklı olduğuna içtenlikle inanıyorum. Bu esnada “Haklıysa haklı” diyerek geçiştirmek oldukça kolay olabilirdi elbette ama sevmek için yaşlanmayı mı bekleyeceğiz diye bir başka soru ile çıka gelirsem sanırım herkes bunun üzerinde bir kez daha merakla sorgulama yapmak isteyebilir. Ama yine de günlük hayatın sıradan akışı içinde zihinleri daha fazla bulandırmamak adına, eş ve iş seçiminin bu evrende bir insanın en önemli seçimleri olduğunu hatırlatmak isterim. Bunlardan birinde yapacağınız bir yanlışın ölümcül sonuçları olduğunu anlayabilecek kadar yaşamış olan okuyucular ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır ve bu seçimlerden biri olan eş seçimi ile ilgili olarak sevmenin sadece biyolojik ve hormonal güdülerle değil aynı zamanda zihinsel, duygusal ve fiziksel bir uyumun sentezi olduğunu ve bu yüzden kim ne derse desin, aşk denilen algılamanın yine de bazı referans noktaları olduğuna ve sadece bu açıdan bile zihnimdeki ilham perilerine tapındığım yaşlarda olduğumun altını özellikle çizmeliyim. Bir insanın geleceğinin öncelikle onun kişiliği tarafından belirlenmesi bir varsayım değildir, bir gerçektir; öyle ise kararlarınızı etkileyen unsurların ne olabileceği beklentisi içinde olmadan ruhsal ve genetik yapınızı anlamak adına sorduğunuz soruların yaşamınızı biçimendirdiğini anlamak zorundasınız, bu duruş, geleceğe yönelik kaygıları ve belirsizliği büyük ölçüde azaltır. İşte seçimlerinizi belirleyen beyninizin ve kişiliğinizin karanlık dünyalarında hala farkına varmadığınız hemen herşeyi gün ışığına çıkartmak için öncellikle ruhsal dünyanızdan başlayarak genetik yapınıza ve oradan dün olduğu gibi bugün de yaşam şeklinizi belirleyen kişiliğinizin dünyasına gerekirse tek taraflı bir savaş ilan etmenin sorumluluğunu almak durumundasınız. Bunu yapabilmişseniz eğer; artık size verilen soylu bir görevi de başarı ile tamamlamış olmanın gururunu duyabilirsiniz.Bu onur sadece bunu hak etmiş olanların bir ayrıcalığı olacaktır.