NISAN2018 Metin Rodop
İzmirli Aristide’nin hüzün dolu mektubu
Bazen bana nereli olduğumu sorduklarında doğduğum yerden çok kendimi nereye ait hissettiğimi düşünerek cevap vermeye çalışıyorum. Ben nereliyim sorusu ben kimim sorusu kadar kayda değer bir sorudur ve bugüne kadar en çok zaman nerede yaşadıysam oralı olduğumu düşünürdüm. Ancak bana göre bir yere ait olmak orada uzun yıllar yaşamaktan öte bir şey olmalıdır ve önemli olan sizin zihinsel ve duygusal anlamda bir yere ait olduğunuzu hissedebilmeniz ya da başka bir ifade ile orayı benimsemenizle ilgili bir şeydir ve bu açıdan kendimi İzmirli kabul edebilirim yani gerçek bir İzmir aşığı olan Artides gibi..Çünkü o hatip yaşadığı kente hayranlığını şu cümlelerle dile getiriyordu: Güzel ve büyük Agora! Her meydanı bir Agora’ya benzeyen altın ve kutsal törenlerle ithaf edilmiş sokaklar! Kenti kucaklamak için uzanan limanlar! İnanılmaz güzellikteki gymnasiumlar! Eski adı Smyrna olan kentimizde eski İzmirlilerin izini sürerken.. Geçen günlerde bir arkadaşımla beraber Bayraklı’da yeşillikler içinde toprağın metrelerce altına gömülü kalmış Smyrna antik kentini gezerken de Smyrna’lı Aristides’in mektubunda sözünü ettiği İzmir’den eser yoktu ama bir insanın yaşadığı yere olan bağlılığını ve sadakatini hissedebilmek için ortaya çıkarılan her kalıntılarda onun sözünü ettiği güzelliklerin izini sürdüm. Bu kentte bulunan Helen tapınağının Anadolu’da bulunan en eski Helen Tapınağı olduğunu öğrendikten sonra Smyrna'nın M.Ö. 7. yüzyıl sonundan itibaren M.Ö. 4. Yüzyılda dahil olmak üzere kullanılan, Athena Tapınağı önünden başlayarak liman olarak bilinen bölgede son bulan ana cadde ve ana caddeye dik olarak ulaşan birbirlerine paralel sokakların kalıntıları arasında dolaşırken o dönemin mimarisine uygun olarak dikdörtgen şeklinde odalardan oluşan ev tiplerinin yanlarından geçiyordum ve böylece Athena Caddesi'ne kadar ulaşan İon Dünyasının restore edilmiş en eski taş döşeli yolu üzerinde yürürken o dönemdeki Smyrna’lılar’ın bu kentle ne kadar gurur duyduklarını düşünerek orada olmaktan dolayı aldığım huzurun tadını çıkardım. İzmir’in ilk adı Naulochon’du “Dünyanın en eski kentlerinden biri olan İzmir’in kökeni ilk kuruluşlarından birini borçlu olduğu Tantal ve Pelops dönemine kadar gidiyor. Bunlar zamanında şehrin adı; gemiler için liman ve sığınma yeri anlamına gelen Naulochon’mış. Burada yaşamış Aristide’nin bize söylediğine göre; kent Manisa’daki Spil Dağı’nda tanrıların annesi Rea’nın yanındaki perilerin dansları arasında tanrıların doğduğu ilk dönemlerde kurulmuş; ozanların söylediği efsanelere göre; bu yer o kadar güzelmiş ki burada sürekli şölenler ve eğlenceler düzenleniyormuş. Kentin kurucularından Pelops bu sevimli ve yerel olarak Apia ismini taşıyan yarımadaya yerleşmek üzere terk ettikten sonra, bu yarımada daha sonra Pelopenez adını alıyor. Kentin ismi Efes’i yöneten Amazonlardan biri, kentin ismini kendi ismi olan Smyrna ile değiştirmek isteyinceye kadar Naulochon olarak da kalmış.” Smyrna ismi aynı zamanda Amazonların devletlerinin başkenti olan Efes’in bir mahallesinin de adıyken daha sonraları şehrin bu son adı bir daha hiç değişmemiş ve o zamandan günümüze kadar devam gelmiş o dönemdeki konumu itibari ile dağın yakınında olan ilk İzmir, daha sonra deniz kıyısına yaklaşıp gelişmiş. Bu yeni konumunda kenti İskender’in kurduğu biliniyor ve bu konum günümüze kadar değişmemiş. Antaoine Galland adlı bir gezginin 1678 yılında İzmir’’e yaptığı geziden sonraki anlatılarına dayanarak o dönemdeki İzmir’i biraz daha tanıma şansını bulmuşken onunla beraber çıktığımız bu zaman yolculuğunu sürdürelim. “Duvar kalıntılarının da gösterdiği gibi kent, kısmen dağ üstünde kurulmuştu. Bu duvarlardan birinden 40 ile 50 ayak uzunluğunda bir duvar parçası günümüze kalmıştır. Bu duvar içten ve dıştan büyük boyutlu taşlarla örülmüştü. Kentin deniz kıyısından çaya kadar uzanan ovadaki bölümü daha büyüktü. Sokaklar, arazinin izin verdiği oranda düz olup güzel kaldırım taşlarıyla döşenmişti; ancak bu sokakların kent mimarlarının hatası sonucu olarak; yağmur yağdığı zaman biriken suların akmasını sağlayacak hiçbir eğimi olmaması gibi bir kusuru vardı. Bu da kış mevsiminde sokakları iğrenç ve çamurlu bir hale sokuyordu. Ama buna karşın kent sütunlarla desteklenmiş iki katlı sayısız revaklarla, birçok tapınakla, bir kütüphane, bir kapalı liman ve diğer kamu binalarıyla süslenmişti; bu da kenti o kadar muhteşem yapıyordu ki onu bu ihtişamda geçecek pek az şehir vardı. Kent, bu yeninden yapılanmasından donra görkem ve büyüklüğünü sürdürdü ve korudu. Bu arada kent sakinleri, büyük bir akılılık gösterip İskender’in ardıllarını terk edip Romalılarla kuvvetli bir bağlantı kurdular; onlara savaşta yardımcı kuvvet ve erzak vererek işbirliğine başladılar ve Antichous’a karşı yapılan önemli bir kuşatmada da yardım ettiler. Romalılar da onlara karşı nankör olmadı ve İzmirlilerin yurtlarında hür vatandaşlar yaşamalarına olanak tanıdılar. Ancak Jül Sezar’ın ölümünden sonra Trebonius, Asya prokonsülü ünvanıyla İzmir’de ikamet ederken başları biraz derde girdi. Çünkü Trebonius ,suç ortakları Sezar’ı bıçaklarken, Mark Antonius’u kapının yanından lafa tutarak Sezar’ın öldürülmesine yardımcı olmuştu. Antonius’un partisinden olan Dolabella intİkam almak için Trebonius’un hüküm sürdüğü başkentine gelmiş ve hileyle onu ele geçirmiş ve iki gün süreyle akla gelebilecek her türlü işkenceyi uyguladıktan sonra Sezar’ın heykeli önünde kafasını kestirmişti. Askerler Dolabelli’nin izniyle kentte büyük kargaşa çıkardılar ve sahiplerinin kentlerinde diğerlerine göre daha güçsüz ve şanssız bir partiye mensup bir adamın bulunmasından başka günahları olmamasına karşın; bazı binaları yakıp yıktılar. Bu olay Çiçero’nun Dolabella’yı Roma Cumhuriyeti’nin en eski ve en sadık müttefikine kötü muamele etmekle suçlamasına neden oldu. M.S 178’de İzmir’de yaşanan büyük deprem ve sonrası “Cumhuriyet’in ortadan kalkmasından sonra gelen İmparatorlar İzmir’e özel bir ilgi gösterdiler. Ama Marcus Aurelius dönemindeki bir deprem kenti öyle altüst etti ki, eğer bu imparatorun yardımı olmasaydı böyle bir felaketten sonra kent bir daha ayağa kalkamazdı. M.S 178 yılında olan 6.5 şiddetindeki depremde kentin mimari dokusunda büyük yaralar açılmıştı öyle ki; birçok insan yaşamını yitirdiği gibi,zeminde yarıklar açılmış ve yangınlarla birlikte İzmir kentinin en önemli simgeleri olan Agora ve anfi tiyatro yıkılmıştı. Filozof ve bir sofist olan Aristide Roma İmparatoru’na yazdığı mektupta İzmir için yardım istiyor.. Aurelius bu konuda kendisine ve oğlu Commodus’a bir mektup yazan ünlü Hatip Aristide’nin anlattıklarından çok etkilenip kente çok acımıştı; işte bu felaketin büyüklüğünü anlatan mektubun başlangıç bölümü: Çok güçlü İmparator, “Size şimdiye kadar deneme nitelikleri ile size zevk verecek meseleler, hitabeler gönderdim. Fakat bugün tanrılar bana sizin çok daha bilinçle göz önüne almanız gereken bir konu verdi. . Asya’nın neşesi ve İmparatorluğun süsü İzmir yangınlar tarafından yutuldu ve bir depremle yıkıldı.Tanrılar adına ona elinizi uzatınız ve büyüklüğünüze yaraşır bir yardımı bu kente yapınız.Bu çok ünlü, tanrılarınızın ve öncüllerinizin inayeti ile bütün Yunanistan’ın en mutlu kenti olan bu şehir; İzmir; size bildiriyorum ki , bugüne kadar asla duyulmamış çok büyük bir talihsizlikle ezilip yok oldu.Buna karşın bütün bedbahtlığı içinde, tanrılar bu kente, onun için gerekli olan mutluluğun işareti anlamında bir olanak sağladılar. Bu sizsiniz; siz onu bütün ihtişamı içinde gördünüz ve bunun sonucu olarak başına gelen felaketin derecesini biliyorsunuz.Onu gördüğünüz, bu kente yaklaşıp içini gördüğünüz zaman söylediklerinizi yeninden anımsayınız. Şaşkınlığınız ne kadar büyüktü! Bu sizin için ne kadar beklenmeyen bir olaydı. Kentin sakinleri, İzmir’de sizi görmenin şerefine tanrılara şükranlarını sunmak için tapınaklara kurbanlar götürüyorlardı ve siz bütün imparatorluğun en sakin köşesini görmekten büyük bir mutluluk içindeydiniz. Kent içinde gezerken döndüğünüz her köşeden aklınızda bir şey kalmadı mı? Görebildiğiniz bütün anıtlar,binalar size hiçbir şey anımsatmıyor mu?Kentte siz gezerken duyduğunuz haykırışlar sizi düşündürmüyor mu; hatta İzmir’den ayrılışınızdan beri kentin anılarının belleğinize sık sık gelmesini önleyebildiniz mi?Ama bu anıların hepsi şimdi toz oldu.O kadar görkemli olan liman doldu, kentin alanlarının süslemeleri artık yok, o kadar düzgün olan sokaklar karmakarışık; spor yapılan yerler; onları inşa eden ustalarla birlikte yok olmuş. En sonunda; dünyanın görülecek en güzel; hatta güzelliğe örnek teşkil eden kenti; görülebilecek en korkunç manzaraya dönüşmüş; artık o yalnızca bir enkaz ve ölüler yığını ve rüzgar sanki bir çölün üstünde esiyormuş gibi orada egemen.” Marcus Aurelius mektubun son satırlarını okurken çok etkilenip gözyaşlarını tutamadığını söylüyor ve böylece bu mektup İmparatorun üzerinde inanılmaz bir etki yarattı ve kentin kayıplarının karşılanması emrini verdi. Buyrukları dikkat ve itina ile yerine getirildi ; hatta şehrin yeniden inşa edilmesinin bittiğini gören Aristide bu yenilenen kent için onun görkemini ve özgürlüğünü öven çok güzel bir nutuk kaleme aldı.Bir başka nutkunda ise tamirden sonraki İzmir’in durumunun en belirgin bir tanımı verdi; o şöyle diyordu: “Başka özelliklerinin yanında; bana öyle geliyor ki bu kent, diğer şehirlere örnek olsun diye yapılmıştır.Onunla gurur duymak için ne ünlü bir ozan veya bu kentin sakini olmaya ne de onu övmek için yapmacık nedenlere ihtiyaç yoktur.O kendi içinden üremiştir ve alışılanın aksine; ona aşık olan herkes kulağı ile değil gözüyle sever.Çünkü o deniz kıyısı boyunca bir güzel çiçek gibi yayılır; İzmir yavaş yavaş ve birçok aşama geçirerek kurulup gelişen bir kent olmayıp,topraktan bütünüyle ve mükemmellik içinde çıkan bir şehirdir.”