MART2018 Reşat Kutucular
Yalnız, yalnızın halinden anlar!
Kapitalizm, hegemonya, emperyalizm gibi büyük kavramlarla henüz on beş yaşımdayken ortaokul yatakhanesinde tanıştım. Kendimi hiçbir zaman solcu olarak tanımlamadım. Ancak hep özgürlükleri, kardeşçe yaşamayı, eşitliği savunanlara yakın oldum. İnsancıldım çünkü… Aldığım eğitim Amerikancıydı. Hem lisede hem üniversitede dersler İngilizce ağırlıklıydı. Sonrasında ABD’de bulunduğum iki yıl içinde oradaki sistemi anlamaya, gelişmişliği kavramaya, hegemonik gücün arka planını okumaya çalıştım. Henüz duvarlar yıkılmamıştı. ABD tarihinin en büyük durgunluklarından birinin içindeydi. Bugün yüzde 1,5 olan faiz yüzde 20’lere yakındı. Başkan Reagan’dı. Ülkeme döndüğümde korumacı ekonomiden serbest ekonomiye geçildi. Duvarların yıkılmasıyla serbestleşme dünyada da hız kazandı. 88, 91, 94, 98, 2001, 2008 ekonomik krizleri geldi geçti. Kimi bizden kimi dünyadan kaynaklandı. Faizler yüzde 7.500’ü bile gördü on yıl kadar sonra yüzde 7’lere indi. Kısacası küreselleşmenin fırtınalı sularında küçük bir sandalda kaderimize razı çalkalanıp duruyorduk. O arada dünyada güç dağılımı yeniden şekillendi. ABD ve AB hem üretici hem finansal güç olarak dengelendiler. Çin üretim gücüyle arkadan yanaşmaya başladı. Rusya zayıflamasına rağmen stratejik aklıyla bu üçlünün çok gerisinde kalmamaya çalıştı, başardı da. 90’ların mucize ülkesi Japonya ise adeta stop etti. Bizim ilişkilerimiz Avrupa Birliği’yle de dalgalıydı ABD’yle de. Özellikle bölgesel gerginliklerde bu ikiliyle sık sık karşı karşıya geldik. Suriye’deki mevcut durum bunun en son örneği. Bana sorarsanız bu hegemonik güçler arasında biz ruhen ABD’ye daha yakınız. Sadece 50’li yıllardan beri süregelen stratejik ortaklık meselesi değil bu, ötesi var. Bizim kapitalizmin vahşi türüne yatkınlığımız hatta gizli bir hayranlığımız var. Hızla gelişmek istiyoruz. Demokrasiymiş, eşitlikmiş, insan haklarıymış, sürdürülebilirlikmiş, bu ülke insanı için bunlar romantik kavramlar. Lafta oradalar, pratikte o kadar önemli değiller. Biz kapitalizmin vahşi yüzünü sevmesek İstanbul gibi bir kenti 50 yılda bu hale getirir miydik? Ya da ülkemin deniz kenarları böyle bir işgale maruz kalır mıydı? Ya da Karadeniz böyle hoyratça mı yapılanırdı? Asıl dram bütün bunlardan bu kadar az kişinin şikâyetçi olması. ABD kapitalizmi tabii ki bizdekinden çok daha ileri ancak içinde gizli bir vahşilik de barındırıyor. ABD çok sesli gibi görünse de çıkan sesler birbirine yakın. Biz böyle mono blok konuşmayı severiz. Ayrıca Türkiye olarak genelde ABD gibi “yaptım olducu” sayılırız. Sorunları kısa yoldan halletmeye bakarız. Hâlbuki AB müzakerecidir. Uzun uzun görüşmeleri, pazarlıkları sever. Uzlaşma kültürü baskındır. AB “tamam, yaparız ama önce mevzuata uygun mu bir bakalım” ekolüdür. Sosyal konulara kafa yorar! Yoksa neden kapitalizmi 30 küsur dosyaya indirgeyip kurallar getirsinler ve üyelere bu kuralları dayatsınlar ki? İzmir’in içine azıcık AB ruhu kaçmıştır mesela. Kentin içinde kentin önde gelen “gelişmeci tayfasının” pek haz etmediği ve “istemezükçü” diye eleştirdiği bir itiraz damarı vardır. İzmir’in bir yüzü direnir. Ancak kentin bugünkü silueti yine de vahşi kapitalizmin eseridir. Çin bize hem kültürel olarak hem coğrafi olarak çok uzak bir ülke... Rusya’nın stratejik aklı bizi sıkar! Şu ara ülkemizdeki ABD karşıtlığının yükselişine bakıyorum da… Bu bana birbirine uygun bir çiftin rutin bir kavgası gibi geliyor. Eninde sonunda yine barışırlar. Birbirlerinin ne mal olduğunu iyi bilirler. Zaten şu ara iki ülkenin lideri de siyasi pratik olarak aynı okuldan çıkmış gibiler. Biz bölgemizde yalnızız, onlar dünyada… Yalnız, yalnızın halinden anlar!