TEMMUZ2020 Reşat Kutucular
İşsizliğin gölgesinde para oyunları
Merkez bankasının döviz rezervi son 16 aydır “olması gerekenden” düşük seviyede seyrediyor. Nisan sonu itibariyle eksik miktar 77 milyar dolara ulaştı. Yazıyla yetmiş yedi milyar doların geçen 16 ayda kamu bankaları üzerinden piyasaya satıldığı düşünülüyor. Kısaca kamu otoritesi doların fiyatına arka kapı yöntemlerle müdahale etti. Peki, bu sistemde fiyatlama mekanizmasına müdahale ederseniz ne olur? Doların fiyatı baskı altında kalınca döviz borçlu şirketleri yıkımdan kurtarırsınız. Ancak rezervler aşırı zayıflar ve uluslararası piyasalarda Türkiye’nin risk primi yükselir. Bunun dolaylı bir yığın bedeli olur. Zaten öyle oldu. Ayrıca bu “zayıf rezerv” hem yurt içindeki hem de yurt dışındaki ekonomik aktörlerin dövize olan talebini canlı tutar. Yabancı para mevduat toplam mevduatın yarısını geçer. Mevcutta olduğu üzere! Ve sonra bir salgın gelir. Döviz biriktirme ihtimaliniz iyice düşer, kırılganlığınız artar. Durum bu olunca kamu otoritesi tedbir olarak bankacılıktaki “aktif oranını” sopa olarak kullanılmaya başladı. BDDK eliyle özel bankaları döviz mevduatı yapmamaya, kredi vermeye, Hazine tahvili almaya zorladı. Bu da tahvil fiyatlarına doğrudan değil ama dolaylı müdahale anlamına geldi. Mevduat faizleri düştü, iki yıllık tahvilin getirisi yüzde 9’ların altına indi. Enflasyon tablosu çok mu iyileşti? Hayır. Sopayla eksi reel faiz dayatılmış oldu. Eksi faize sıkışan ekonomik aktörler normalde yapmayacakları işleri yapmaya başladılar. Mesela Borsa İstanbul’da on binlerce yeni hesap açıldı, insanlar mali durumunu bilmedikleri hisselere “para basmaya” başladılar. Halka açıklıkları düşük, küçük şirketlerin hisseleri afaki rakamlara çıktı. Bu film kaçıncı defa oynuyor sayamadım. Yurt içi yerleşiklerin bir bölümü altına saldırdı. Mayıs ayında bir buçuk ayda 4 milyar dolara yakın altın aldılar. 24 Mayıs’ta alım vergisinin binde 2’den yüzde 1’e çıkartılmasının pek bir etkisi olmadı. Ardından kamu el yükseltti. Bir yılı ödemesiz, piyasa altı faiz oranında, 15 yıl vadeli konut kredisi devreye sokuldu. Potansiyel konut alıcıları tabiri caizse mala saldırdı. Haziran’da tüm zamanların ipotekli satış rekoru kırılacak diye konuşulmaya başlandı. Yine kamu bu sefer de satıcılara dönüp fiyatları artırmayın diye parmak salladı. Yani muhtemelen kamunun “görev zararı” yazacağı işlemle 15 yıl borçlanarak konut alan fırsatçı değil ama o konutu satabildiği en iyi fiyata satmaya çalışan satıcı fırsatçı! Bu “fırsatçılık” lafı çok kullanışlıdır zaten… Fiyatlama mekanizması siyaseten aleyhe işlemeye başladığında hemen tedavüle sokulur, hayret bir şekilde karşılık da bulur. Eğri oturup doğru konuşalım… Fırsatçılık bu sistemin ruhudur! Ekonomik aktörler krizleri bile fırsata çevirme iddiası taşır. Her gün, her konuda “fırsatlar” kovalanır. Her yerden “fırsat pencereleri” fışkırır. Siz bu fırsatçılık muhabbetini bırakın da işsizlik meselesine bir bakın. Asıl trajedi orada yaşanıyor. Ekonominin nispeten iyi gittiği Aralık 2019-Mart 2020 arasında 1 milyon 800 bin kişi işini kaybetti. İşsizlikte durum buyken bütün bu para oyunları ne işe yarıyor ki? Şuraya yazıyorum. Göreceksiniz Türkiye’nin mevcutta ve yakın gelecekte en önemli sorunu işsizlik olacak. İşsizlik sorununun çözümü için ümit veren siyasi lider kim olacaksa, o öne çıkacak. 2018 krizinin enkazı sisteme hala gömülüyken Covid19’a yakalandık. Hatırlayın, o zaman Kredi Garanti Fonu üzerinden krediye boğulan piyasa 2018 Ağustosunda duvara toslamıştı. Sonrasında meselenin özüne inilmedi, olguyla değil algıyla uğraşıldı. Şimdilerde de bir sürü zorlamayla, yine kredilerle büyümenin yolları döşeniyor. Aslında bu zorlamalarla varılacak bir yer yok. Ekonomi “ben yaparım oluru” günü gelince cezalandıran bir alan. Günü kurtaran uyanıklıklar günü kurtarmış gibi görünse de nihai faturayı büyütüyor, o kadar.