AGUSTOS2019
SELAMİ GÜRGÜÇ
Ege’nin Son “Bey"i: Selâmi Gürgüç Ege’de Osmanlı’nın toprak yapısı Doğu Anadolu’nunkinden farklıdır. Ege’de ağalık yerini daha çok “Bey”lere bırakmıştır. Bey’ler has, tımar sisteminin yöneticileridir. Sipahileri hazır tutmak, vergi düzenlemelerini yerine getirmek ve İstanbul’a hesap vermek durumundadırlar. Savaşa hazır tutulan kuvvetlerden sorumlu kişiler “dürüst olmak”, “adil olmak”, “yönetici olmak”, “savaşçı olmak” sorumluluğundadırlar. Bu zor nitelikleri “mütevazı olmak", “bilge olmak” harcı ile karmazlarsa başarılı da olamazlar. Aydın yöresinde “kolay mı Bey olmak” derler. Aydın Koçarlı’nın yukarıdaki bütün nitelikleri birleştiren “halkçı politikacısı”, “yönetici”, “iş adamı” ve “savaşçısı” Selami Gürgüç aramızdan ayrıldı. Tabutu başında Uğur Yüce onun en üst düzeyde bir ruha sahip olduğunu dile getirirken, vurguladığı eşsiz örnek ve mütevazı karakteri ile aslında “son beyi” tanımlamış oluyordu. Her veda yazısında biraz da yazanın anıları olur kaçınılmaz olarak. Ben Kültürpark Müdürlüğü sırasındaki bazı müşterek anılarımızla son görevimi yapmaya çalışacağım. 1991 yılında Kültürpark düzenlemesi ulusal proje yarışmasını kazanan ekibin bir parçası olarak ödül töreni günü tanıştık. İzfaş’taki odasına geçerek yapılacakları görüşürken Paris öğrencilik günlerine kadar uzanan pek çok müşterek dostumuz olduğunu keşfettik. Projeler kurula verilecek şekilde hazırlanıncaya kadar bazı pilot uygulamalar yapılmasında mutabık kaldık. Aslında proje mevcut binaların yıkımı idi. Bu nedenle öncelikle Belediye’nin bir yapısının yıkılmasının, herkesin ve kiracıların “bu da yıkılırsa elbet diğerleri de yıkılır” diye düşünmesi gereğini anlatınca Yüksel Çakmur’u nikâh dairesi arkasındaki belediyenin (çok da kötü bir yapı olan) kreşini yıkmaya ikna etti. Büyük bir törenle yıktık. Ama bu, çoğu baş belası, kiracılarda ciddi bir panik yarattı. Ve burada “Selami Abi” savaşçı kişiliğine büründü. Proje gereği olan kiracı tahliyelerini başlattı. İkimiz de her gün ölüm tehditleri almaya başlamıştık. O zamanlar oturduğum Girne Bulvarı’nda gece yarısı tek yön yolda üzerime kamyon sürüp ertesi gün sekreterime “plaka numarası şu değil mi?” diye telefon ediyorlar, Selami Abi’ye de benzer şeyler yapıyorlardı. Bir gün aradı “hemen gel randevu aldılar birazdan buradalar sende ol dedi”. Odaya girdiğimde henüz “konuklar” yoktu. Ama şaşkınlıktan çarpılmıştım. Masanın üzerinde gerçekten çok güzel bir tabanca duruyordu. Şaşkınlığım geçmeden bir “konuk” içeri alındı. Diğerlerini dışarıda tutma talimatı vermiş. Elbet odaya giren de tabancayı görünce dondu. Selami Abi o düz heyecansız sesi ile tek solukta ziyaretinin sebebini sordu. Cevap “hal-hatır, nezaket ziyareti” oluverdi. Adama bir de çay söyledi. Benim içim kıpır, kıpır... Konuk kuyruğunu sıkıştırıp gitti ve ikimiz de bir daha ölüm tehdidi almadık. Olaydan da ne aramızda bir daha konuştuk ne de birisine anlattık. Bunu sevgili eşine bile anlatmamış olduğundan eminim. “Bey”in savaşçılığını ilk ve son defa yaşamış oldum. Uğur Yüce’nin tabutu başında yaptığı konuşmadan da tarihi değeri çok yüksek bir silah ve eski radyo koleksiyonuna sahip olduğunu öğrendim. Çünkü “Bey”ler böyle şeyleri övünç gösterisi sanılır diye anlatmazlar. Bana da anlatmamıştı. Bu arada pilot uygulama olarak Nikâh dairesi ve Atatürk açık hava tiyatrosu iyileştirmelerini seçtik. Projeleri kurula yollayıp onay aldık. Ancak sorun Belediye’de bunlar için kaynak bulunamamasıydı. Selâmi abi kendisi kalfalığa soyundu. Tiyatronun taş işçiliğini, ilk dönem mozaiklerinin zor tıpkı yapımını her gün başında durarak müteahhit kullanmadan yaptırıyordu. Etraftaki ses kirliliği için antik tiyatrolar gibi ses duvarı tasarlamıştık. Çağdaş “metal uzay kafes” bir duvar. Bu işi biraz amatörce yapan bir imalatçı buldu. Sahne üstü saçağı uzay kafesti. Her iki işi de inanılmaz ucuza ve o gün için çok nitelikli yaptırdı. Çok büyük bir sahne ve önündeki orkestra çukurunun da statiklerini ortağım Ferdan Omaç yaptı. Plastik koltukların montajının başında durdu. İlk temsil büyük rastlantı “BOLŞOY” balesinin “kuğu gölü” oldu. Bu özverili çalışma olmasa o eser o dönem (ve maalesef şimdi de) İzmir’de sahnelenemezdi. Promiyerde bir fotoğrafı varsa şayet o “mutluluğun fotoğrafı”dır. Nikâh dairesinin iç dekorasyonunu da “El-mimarlık” ile yaptık. Hala mükemmel hizmet veriyor. Kaç kişinin mutluluk resmine dönüştü o bina bir bilsen Selami abi. Bir eğlence “bahçesini” yıkarken betonun içinden demir yerine “dikenli tel” çıktığını gördüğündeki hayretini unutamam. Projeye başladığımızda Kültürpark’ta yeşil alan sadece yüzde 26 idi. Yıktığımız yerler boşaldıkça oralara sürekli ağaç dikiyordu. Bir de İzfaş önünde diktiği sakız ağacı var. Fuarları çeşitlendirmek için ekibi ile sürekli düşünce geliştiriyordu. Hem benim hem onun yakın ilişkileri olduğu mermer üreticileri ikimize ayrı ayrı bir fuar düzenleme isteklerini ilettiler. Ben daha neresi olabilir bakayım derken o kararını vermişti bile. Bir de “Mogambo”nun yanındaki o zaman otopark olan alanın yerini mermer döşemek istiyorlardı. Uygulanacak projede o yer için o zaman bir “maket şehir” önerilmiştir. Biraz “mırın gırın” ettim. “Boşver o gün gelince sökeriz” diyerek izin verdi. İyi ki beni dinlememiş. Mermer Fuarının artık İzmir için ne büyük bir değer olduğunu kimse yadsıyamaz. Göle mayayı Selâmi abi çaldı. Sonra kendi sektörü de olan dikim, giyim, moda ile ilgili fuarlar düzenlemeye başladı. O günün yapıları bu etkinliklere uygun değil. Türkiye pavyonu avlusuna geçici çelik kablolarla tenteler geriyordum. O dönem için görülmedik fuarlar oluyordu. Bir seferinde şiddetli bir yağmur başladı. Su dolan tentelerden birisi çöktü çökecek. Çok soğukkanlı kaş-göz işaretleri ile etkinliği kesmeden teknik ekibe suyu tahliye ettirdi. Açık Hava Tiyatrosu, Nikâh Dairesi, Mermer Fuarı, Moda Fuarı, Lozan Anıtı projelerinde hummalı çalışırken proje gereği hayvanat bahçesinin de Kültürpark dışına nasıl taşınacağını düşünmeye başladık. Bir gün bana "Touari'yi gördün mü?" diye sordu. Adını bile bilmiyordum. Paris’e yakın bir “Zoo Safari” imiş. Hayvanat bahçesini dışarı taşırken o güne kadar Türkiye’de görülmedik bir seviyeye yükseltmek istiyordu. O sıralar Paris’teki bir arkadaşıma gidiyordum. Fransız eşi bütün bir gün beni Safari Park’ta gezdirdi. Bir sürü “dia” çektim. Sonra İzmir’de uygun bir yer düşünmeye başlamış. Sanırım Tel Aviv hayvanat bahçesi biraz yamaçta kurulu bir tesismiş. Yeşildere’de bir yamacı uygun görmüş. Gittik baktık. Yer askerlerin. Yüksel Bey “güzel bir tasarım yapın ben alırım” dedi. Haydi çalışmaya başladık. Peyzaj danışmanımız Prof. Yüksel Öztan'ın katkıları ile güzel bir proje oldu. Bilgisayar çizimleri henüz yok. Ben o zaman suluboya resimler hazırladım. “Dia”lara çektim. Projektör ile ekrana yansıtıyoruz. O gün için etkileyici. Yüksel Çakmur Ege Ordu Komutanından randevu aldı. Bizi karargâhta kabul edecek. Makam arabasına bineceğiz Selâmi abi “siz gidin bana gerek yok” deyiverdi. Ve üç ayda milli emlâk ordudan alıp belediyeye tapuları verdi. Uygulama başlayacak. Bir gün telefon etti “git dozer seni bekliyor” dedi. “Ne dozeri abi neresi?” demeye kalmadı kendimi dozercinin yanında buldum. Haritacı, aplikasyon filan çok zaman almasın diye, nasıl olsa ben projeyi ezbere biliyorum elimde pafta koca D 9 Caterpiller ile bir günde ana yolların kabasını bana açtırdı. Alanın sonraki hikâyesi de yazının konusu değil. Ama Safari Park işinde sonuna kadar devam ettim sevgili Ahmet ile sonlandırmamızın hikâyesi de bu yazının dışında. Asıl önemli olan mermer fuarı gibi Safari Park’ın da fikir babası ve eylemcisinin Selâmi abinin olduğunun İzmir tarihine geçmesi. Kültürpark Müdürlüğünden sonraki iş ve görevlerinde de bana ihtiyaç duydukça büyük bir keyifle yanında oldum. Bu esnada bizim o günkü konularımız dışında bazen partililerle de bir öğle yemeği, bir sabah kahvesi olurdu. O anlarda “Politikacı Bey” olurdu. Günlük olayları yüksek analiz kabiliyeti ile açımsar günlük ve uzun vadeli stratejileri anlatırdı. Bu anlarda kesintisiz bir akıcılıkla fikirlerini açıklar, hatta zaman zaman bir miktar sakinliğini kaybederdi. Benim birlikte yaşadıklarım, anımsayıp buraya aktarmaya çabaladığım her halde onun yaşamında binde bir bile yer tutmamış şeylerdir. Bir düşünün ne kadar dolu, gıpta edilecek, örnek bir yaşam. Ama beni en şaşırtan onu en iyi açıklayabilecek şeyi en sona sakladım. Birlikte onun “jeep”ine binerek bir gün Çine’deki köyüne gittik. Beni, Merih Karaaslan’ı ve Mürşit Günday’ı Muğla Belediye Başkanı Osman Gürün’ün ihtiyaç duyduğu bir danışmaya götürüyordu. Yolu biraz uzatıp köye uğradık. Köyde mütevazi, düzgün bir “Bey” evi vardı. Ama biraz ötede, köyde bir tenis kortu ve oynayan çocukları görmek kadar az şeye şaşırmışımdır. Şaşkınlıkla “abi Çetin Altan’ın bir yazısı vardı. Köylerde tenis kortu olmadıkça ülke kalkınmış sayılmaz diye” herkes hafiften dalga geçmişti, bir gelip görseler diyebildiğimi hatırlıyorum. Egenin son ve sıradan olmayan “Bey”i hoş sedan İzmir’in kubbesinde hep baki kalacak.