TEMMUZ2022
DİSKOYA NASIL GİRİLİR
DİSKOYA NASIL GİRİLİR 8 aylık kısa dönem olarak yaptım askerliğimi. Uyanığız ya; acemilik için Denizli’ye gideceğim belli olunca, nişanlımdan önce, çalıştığım gazetenin Denizli temsilcisini aradım hemen. O zamanlar gazetecilerin forsu çok iyi. “Nasıldır oralar, var mı bir sıkıntı?” diye soruyorum ama asıl maksadım, tugay ya da alay komutanlarıyla bizim temsilcinin arasının nasıl olduğunu öğrenmek. Hani olur da dara düşersek, gurbette başımızı dayayacağımız bir omuz olsun. Neyse ki, eğitimlerde düdükle çöküp düdükle kalkmanın verdiği kas ağrıları dışında sorunsuz (ve vukuatsız) atlattık acemiliği. Sonra usta birliği için, ver elini Manisa. Ege’nin merkezi İzmir olunca ve arada sırada bölge haberlerine siz bakınca, haliyle gazetenizin bölgedeki ekibini yakından tanıyorsunuz. Denizli gibi Manisa’daki arkadaşlar da cankuşumuz yani. (Zaten Manisa dediğin, İzmir’in ilçesi gibi. Usta birliğine de gidiyoruz ya, her çarşı izninde soluğu memlekette alırız artık.) Tahmin edeceğiniz üzere, yola çıkmadan bir istihbarat çalışması da gazetemizin Manisa temsilcisiyle yaptım. Ne olur ne olmaz! Öğrendiğim bilgilerle moral ve motivasyonum ikiye katlandı. Manisa’daki komutanla bizim temsilcinin yakın arkadaş olduğunu öğrendim çünkü. Artık kuş gibi hafifim. Sanki askerlik yapmaya değil de sömestr tatiline dayımgillere gidiyorum. Bu ruh haliyle bindim trene. Bindim derken, 1. sınıf mevkide bilet alıp da şahsen gidiyor değilim. Benimle birlikte Manisa’ya sevk edilen yüzlerce asker var yanımda. Onları da götüreceğim. Sevaptır. Tren önce İzmir’e uğrayıp oradan Manisa’ya geçecek. Raylar böyle döşenmiş çünkü. Fakat ilginçtir, yol git git bitmiyor. Güzergah üzerinde 30 istasyon varsa, 30’unda da duruyoruz nedense. Hani indi-bindi yaptığımız da yok ki! Yolcuların hepsi aynı yere gitmekte… Herkes çok biliyor ya, yok efendim vagonlar II. Abdülhamid döneminden kalmaymış; yok lokomotif bakımsızmış, yok bizi en dandik trenle taşıyorlarmış. Tamam, tren biraz eski, ahşapları çürük, tavanı delik, tekerleri fazla gıcırdıyor olabilir ama şahsen ben, sevgili komutanımızın ‘Mehmetçik memleketin her karış toprağını sindire sindire görsün’ diye makiniste özellikle talimat verdiği kanaatindeyim. Yoksa neden 25 kilometre hızla gidelim ki? Nasıl başardık bilmiyorum ama Denizli ile İzmir arasındaki 262 kilometrelik yolu 8,5 saatte ancak alabildik. Alsancak Garı’na geldiğimizde kutsal (!) toprakları öpmek ayağıyla arazi olmak isteyenlerin inzibatlar tarafından toplanmasının ardından, topuk Manisa’ya! Yani diğerleri… Nasıl becerdik, komutanı nasıl ikna ettik bilemiyorum ama ben ve birkaç İzmirli arkadaşım, o gece evci kalmıştık İzmir’de. Ama orasını geçiyorum hemen. ***** Manisa’daki kışlanın yaşamımda hakikaten önemli bir yeri oldu. Hamdım, orada piştim diyebilirim. Disko ile orada tanıştım mesela... “Disko” deyince aklınıza janjanlı ışıklar ve müzik eşliğinde eğlence geliyorsa, yanılıyorsunuz. Benim bahsettiğim yer Disiplin Koğuşu. Yani bildiğiniz hapishane. İki kelimenin ilk hecelerini birleştirip akıllarınca espri yapmışlar. Arada bir “Diskoya girdim, diskodan çıktım” lafları duyuyoruz ya, ben de tezkeresi yaklaşan kıdemli askerler kendi aralarında eğlence düzenliyor falan diye düşünüyorum. Hatta bizi niye çağırmıyorlar diye arada bir hayıflandığım da oluyordu. Sonunda çağırdılar (!) ***** Onbaşı rütbesinden çavuşluğa yükselince, Yüksek Askeri Şura’nın generalliğe terfi ettirdiği albaylar kadar gururlu ve mutlu olmuştum. Kendimi, sorumluluğunu üstlendiğim mangamdaki erlerimin eğitimine adadım dersem abartmış sayılmam. Neyse, biz gelelim Disko maceramıza… O sabah, daha doğrusu gece 03.00-05.00 nöbeti için kalkarken, gün sonunda başıma neler geleceğinden habersizdim. Ama olayları tetikleyen unsurun bu nöbet olduğunu söylemeliyim. En kötü nöbet saatidir 3-5. Yarım saat öncesinden kalkar ve 05.30’da “koğuş kalk” komutu geldiğinden bir daha yatamazsınız. Nöbeti, koğuşta altlı üstlü ranza komşusu olduğumuz ziraat mühendisi bir arkadaşla birlikte tuttuk. (Kendisi Kayserilidir. Bunu bir kenara yazın; lazım olacak.) Sonra diğer askerlerle birlikte mıntıka temizliğine başladık. Sabahın kör karanlığında, ne görebildiysek artık… Spordu, kahvaltıydı derken sonunda eğitim saati geldi çattı. Bizim takımın eğitim yaptığı alan, ay yüzeyi gibi çorak bir arazi. Her gün güneşin altında “yat-kalk-sürün” yaptırmaktan kulaklarımız bile kabuk değiştirmiş. Koskoca çavuş olmuşuz ama acemiden bir farkımız yok yani! Nedenini şimdi hatırlamıyorum; o gün birkaç takımın eğitim alanları değiştirildi. Bize de çam ağaçlarının altında mis gibi bir yer düştü iyi mi? Mangalarımızla çalışmadan önce hemen çevreyi bir kolaçan ettik, çavuşlar olarak. Bu keşif sırasında bizi (yani nöbeti birlikte tuttuğum ziraat mühendisi arkadaşımla beni) en çok mutlu eden şey, arazinin yakınında kuru bir dere yatağının bulunmasıydı. Gecenin 2.30’unda kalkmışız ya, gözümüz dere yatağında. İlk fırsatta gidip orada uyuyacağız. Sota bir yer olduğundan kimsenin görme riski de yok! Ben mangamdaki askerleri, G3 piyade tüfeğimle birlikte yan manganın çavuşuna emanet edip dere yatağına attım kendimi. Peşimden de nöbeti birlikte tuttuğumuz ziraat mühendisi arkadaşım geldi, elinde tüfeğiyle. Hemen olduğumuz yere kıvrıldık. Kepimi başımın altına koyup kayanın birini kendime yastık yapar yapmaz dalmışım. Öyle yorgunum ki, sırtıma batan taşları hissetmiyorum bile. Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum, “Ne yapıyorsunuz oradaaa” diye gürleyen bir sesle fırladım. Kafamı kaldırınca, siyah bir makam aracının ön tamponu ile ucunda sallanan alay komutanlığı forsunu gördüm hayal meyal. Ve hemen yanında da, elleri belinde bir albay. (Kendisi bizim alay komutanımız olur.) Ben aşağıdan bakıyorum ya, adam olduğundan daha bir heybetli geldi gözüme. Kimbilir, belki de içinde bulunduğumuz b.ktan durumdandır. Ölümle burun buruna gelen insanların o an hayatını bir film şeridi gibi gördüğünü söylerler ya, bende de aynısı oldu yeminle. Bir yandan gelmişime-geçmişime göz atarken, bir yandan da düşünüyorum; “Ulan bizi nasıl buldular” diye… Meğer dere yatağını rehabilite etmeye karar vermişler. Tam da o gün, o saatte... S.çtığımın şansı işte! Hemen toparlanıp hazır ol vaziyetine geçtik. Yani boynumuzu büktük, her şeye hazırız anlamında. Komutanın kestiği parmak acımayacak artık! Biz olduğumuz yerde öylece beklerken, yanında takım, bölük ve tabur komutanları da olan Albay sinirinden postallarıyla toprağı eşelemeye başlamıştı. Sonunda öyle bir bağırdı ki, bir an tepemizde 155’lik obüs topu patlatıldı sandım. Aynı soru ile (Ne yapıyorsunuz oradaaaaa) ikinci kez muhatap olunca bir cevap verme ihtiyacı duyuyor insan, ister istemez. Adabı muaşeret diye bir şey var nihayetinde… Samur kürk de olsa kimse kabahati üzerine almaz derler. Biz de öyle yaptık. Yarım ağızla “Migrenimiz tuttu” falan gibi şeyler gevelemeye çalışsak da kimse yemedi tabii… Sonunda isimlerimizi alıp ayrıldılar oradan. Olayı duyan uzun dönem arkadaşların “Bittiniz oolum siz” türünden moral veren yaklaşımları ve yaramızı görüp tuzlukla gelen dostlarımızın kadirşinas tutumu ile akşamı zor ettik. Yemek öncesinde yapılan kadrolar toplantısına gelen bölük komutanımız sağ elinin işaret parmağıyla bizi gösterip utancını dile getirdi. Yürüyüşlerde “Arslanlar, kaplanlar hey hey hey!” diye bağıran 9. bölüğün yüz karasıydık. Vukuatımız vardı ve cezamızı çekecektik. Diskoluk olacağımız kesindi ama orada ne kadar yatacağımızı kimse kestiremiyordu. Bahis oynayanlar arasında “45 gün” diyenlerin en güçlü argümanı, bizi suç üstü yakalayanın koskoca Alay Komutanı olmasıydı. 7 gün ve fazlası, askerliğimizin bir o kadar süre uzaması demekti. Yani durum çok sakattı, çok! ***** Bölük komutanımızın başkanlığında yapılan toplantının ardından, aynı vukuata ortak olduğumuz arkadaşımla birlikte hemen diplomasi ve lobi çalışmalarına başladık. Ben çalıştığım gazetenin Manisa temsilcisini arayıp “Ocağına düştük abi, kurtar bizi!” derken, Kayserili ziraat mühendisi arkadaşım da diskodaki gardiyanların listesini çıkarmaya çalışıyordu. Çünkü bize gelen gizli (!) bilgilere göre, gardiyanlık yapan askerlerin çoğu Kayseriliydi. Bu da “toprak” olma durumu demekti ki, kışla içinde hatırı sayılır bir önemi vardı. “Okuma yazmam yok ama Kayseriliyim” diye boşuna söylememişler. Arkadaşım “toprağı” olan gardiyanlar için birkaç kez mükellef sofralar hazırlayıp sıcaklığı sağladı hemen. Yancı olarak ben de hep aralarındaydım. Her defasında ceplerine birer paket Marlboro sıkıştırmayı da ihmal etmiyorduk. Böylece henüz cezaevine girmeden gardiyanlarla samimi olmuştuk. Bu arada gazetemizin Manisa temsilcisine sürekli baskı yapıyorum. Tugay Komutanı ile konuşup cezamızın 7 günden az olmasını sağlaması için… İnanmayacaksınız ama sonunda 3 günlük hapis cezası ile yırttık. Yırttık diyorum çünkü ceza değil sanki bir lütuftu bu bize… Tugay cezaevinde mahkum olan askerler, siyah kıyafetlerle bir kamyonun peşinde yürüyüp bütün gün çöp taşıyorken, gardiyan arkadaşlarımız sayesinde biz paso yatıyorduk. Yine de demir parmaklıkların arkasında olmanın verdiği psikolojiden kurtulamadık. Arada bir tespih sallamaya orada alışıp “Aldırma Gönül”ü orada sevdik mesela. Bölüğümüzde sabah-akşam nöbet tuttuğumuzdan, o 3 günlük ceza bize tatil gibi gelmişti, ayıptır söylemesi... Adettenmiş, diskodan çıkanlar birliklerine dönmeden önce hamama gidip bir güzel temizlenirmiş. Çıkışta biz de öyle yaptık. Sonrasında ise “Geçmiş olsun” ziyaretleri… İşin raconu öyleymiş meğer. Eğitim alanında ve eğitim saatinde uyurken Alay Komutanı’na yakalanan biz değilmişiz gibi, çavuş ve onbaşılar akşam istirahat saatlerinde akın akın gelip sırtımızı sıvazlayıp gidiyor. “Geçmiş olsun gardaş” dilekleri eşliğinde… Sanırsınız tugayı haraca bağlayan mafya bozuntularını temizlediğimiz için girmişiz cezaevine. “Şeyh uçmaz müritleri uçurur” derler ya, biz bir havaya girdik; bildiğiniz gibi değil! Hele o Kayserili mülayim arkadaş… Adamın bırakın yürüyüşünü, konuşmasını; bakışları bile değişti. Hani 1.65 boyunda, çiroz gibi ve gözlüklü olmasa, kendini Kadir İnanır diye kakalayacak bize. Allah’tan bölük komutanı geldi de, alıverdi havamızı. Yoksa sonumuz çok kötüydü.