ARALIK2019 Avram Ventura
Bekleyişler
Ne denli hiçbirimiz sevmesek de yaşamak, her zaman beklemek, beklemeyi bilmek demektir! Bu olgu yaşamın doğasında var ki, tüm çabalarımıza karşın bu durumu hiç değiştiremiyoruz. Kuşkusuz bilinçli ya da bilinç dışı, yapısal özelliklerimizden kaynaklanan, bekletilmek gibi bireysel davranışlardan söz etmiyoruz. Şöyle ki: Her tohumun, bir fidana dönüşme süreci vardır. Bunun gibi her canlının doğduğu andan başlayarak, büyüme, gelişme, olgunlaşma evreleri birbirini izliyor. Öyle ki doğa, bu konuda hiçbir varlığa ayrıcalık tanımıyor. Bu süreci ne elimizden geldiğince geciktirmek ne de keyfimize göre hızlandırmak olasıdır. Yalnızca bekliyoruz! Konu yaşam ile sınırlı değil, kuşkusuz. Maddesel, düşünsel ve tinsel her alanda, bu süreç her zaman hayatımızın bir parçası olarak yer almaktadır. Kısacası, doğumdan ölüme sürekli beklemekle geçiyor ömrümüz! Belki de ömür dediğimiz, bekleme - kavuşma ya da umutların gerçekleşme süresi arasında, bir sarkacın devinimidir yalnızca. Sevinç, acı, hüzün, mutluluk, düş kırıklığı, coşku, umut, umutsuzluk, iyimserlik gibi duygu ve duygulanma anları bu beklemelerin sonucunda ortaya çıkıyor. Beklemekten söz ederken, sabrı göz ardı etmek olanaksız. Sabır, bir bekleme ve katlanma niteliğidir. Bir Alman atasözü sabrın, şeytanı bile yenebileceğini söyler. Aslında beklemek bizim doğal işimiz. Belki de yaşantımızı dolduran, aynı zamanda onu tüketen en önemli davranışımız! Düşünüyorum: Ya beklemek olmasaydı?. Ya yaşantımızda beklentilerimizden doğan beklemeler olmasaydı?.. Ne denli tekdüze, boş ve ürkütücü bir yaşam olurdu kim bilir. Bekleyişler, umutların sürekli canlı tutulmasıdır. Dante, Cehennem bölümünde şöyle diyor: "Buradan içeri adımlarınızı atarken sizler, umutlarınızı dışarıda bırakın." Cehennemde umut yok! Umutlarını yitiren kişinin zaten bir beklentisi de kalmıyor. Konuya şöyle de yaklaşabiliriz: Bekleme eylemi içindeyken birbirine karşıt duyguların etkisi altında kaldığımızı yadsıyamayız: Mutluluk ve mutsuzluk, sevgi ve nefret, güven ve güvensizlik, umut ve umutsuzluk gibi… Sonuca odaklı bu eylem, her birimizde farklı duygular uyandırıyor. Bir başka deyişle, bu kavrama verdiğimiz anlam doğrultusunda, bekleme olgusu bize cenneti ya da cehennemi yaşatabiliyor! Nitekim Shakespeare, “Beklemek cehennemdir!” demiş bir sonesinde sevdiğine. Yalnızca sevdalı birinin seslenişi mi bu? Eduardo Galeano, Hikâye Avcısı kitabında bu sözleri hepimizin içinde yer alabileceği bir kurguyla öyküleştirerek anlatıyor: “Birkaç yıl oluyor, ölümlerimden birinde Cehennemi ziyaret ettim. O uçurumlarda insana tercih ettiği şarabın, canının çektiği yemeklerin, zevkine göre kadın ya da erkek sevgililerin, içini kıpır kıpır oynatan müziklerin ve sonsuz zevklerin ikram edildiğini işitmiştim… Reklamların yalan söylediğini orada bir kez daha teyit ettim. Cehennem büyük bir hayat vaat ediyor, ama ben orada kuyruğa giren büyük bir kalabalıktan başka bir şey görmedim. Dumanların yükseldiği geçitlerde gözden kaybolan upuzun kuyruk, mağara devrindeki avcılardan gezegenler arası yolculukların astronotlarına kadar değişik zamanlarda yaşamış kadınlardan ve erkeklerden oluşuyordu. Hepsi beklemeye mahkûm edilmişlerdi. Ezelden beri ve sonsuza dek bekleyeceklerdi. Bunu keşfettim: Cehennem beklemek demekti.” Yazarların bu konudaki yaklaşımlarına ne denli katılabiliriz, bilmiyorum. Bu sözlerin hangi deneyimlerden geçerek, hangi acıları yaşayarak ve hangi koşullar altında yazıldıklarını da… İçinde bulunduğumuz olumsuzlukların etkisiyle, zaman zaman her birimizin benzer duyguları yaşadığını da söyleyebiliriz. Sözlerimizin başında, beklemeyi hiçbirimizin sevmediğini söylemiştik; ama bir koşulda, onun tüm olumsuzluklarına katlanabiliyoruz: İçinde umudu barındırdığı sürece!..