EYLUL2020 Avram Ventura
Bir boşlukta
Bir süre önce oturma odasındaki koltuğumda eylemsiz, bomboş oturuyordum. Karşımda ne açık bir televizyon, ne çalan bir müzik aygıtı, ne okuduğum bir kitap… Bacaklarımı uzatmış, gözlerim bir noktaya takılı, yalnızca düşünüyordum. Zaman zaman bulunduğum bu eylemsizlik durumundan keyif aldığımı da söylemek isterim. Eşimin sorusuyla dikkatim dağıldı: Ne yapıyordum? “Hiç!” diye yanıtlamıştım. Yine de yadırgamış gibi yüzüme baktı. Yorgun ya da rahatsız değildim, yine de bomboş oturuyordum. Aslında ilk kez değil, beni arada bir bu durumda görmeye alışıktır. Dışarıdan bakan birine, hiçbir şey yapmadan oturmam olağan görünmeyebilir; oysa suskunluğun egemen olduğu bir ortamda kendi payıma düşünmek, içime dönmek için güzel bir fırsat oluyor. Kimi zaman kaleme alacağım bir konuyu kafamda toparlamam açısından, o kısa yoğunlaşma süresi, benim için çok değerli olmaktadır. Kimi zaman da gereksiz konular ya da kaygılarla doldurduğum kafamı boşaltmak için!.. Şu da var: Bir insanın önemli ya da tümüyle gereksiz bir işle uğraşması doğal oluyor da, bomboş durması niçin yadırganır, bilmiyorum. Sabahtan akşama hiçbir iş yapmadan televizyon izleyenler, bir kahvede oyalananlar, kağıt ya da bilgisayar oyunlarıyla zamanını dolduranlar seçimlerini nasıl bunlardan yana kullanıyorsa, hiçbir şey yapmadan oturmak da bir seçimdir bana göre… Boş, boşluk sözcükleri genellikle bir olumsuzluğu çağrıştırır. İçine düşebileceğimiz bir yer, bir durum ya da bir duygu! Kopukluk, eksiklik, yetersizlik, yoksunluk, tüm sosyal bağlardan uzak kalmak gibi… Zaman zaman bu tür bir duygunun etkisiyle bunu yaşıyoruz. Kimi gün tanımı güç bu boşluğu göğsümüzde duyumsuyor, gözlerimiz kararıyor, görünmez bir baskı altında eziliyor, soluk almakta zorlanıyoruz. Mutsuz oluyoruz, o süre içinde yaşam sanki bizim için anlamını yitiriyor. Çoğu kez bir yanılsama diye de nitelendirebileceğimiz bu boşlukları aslında biz yaratıyor, besliyoruz; korkularımızla, kuşkularımızla... Bu yüzden, yaşamın bir gerçeği olarak ele alabileceğimiz içimizdeki boşluğa da farklı bir görüşle yaklaşabiliriz. Hepsinden önemlisi… Boşluk dolduran olduğu kadar, yokluğumuzda boşluk duygusu yaratan insanlardan biri olabilmeyi dileyebiliriz. Belki üstünde durulacak kadar önemli değil, ama nedense kafama takılan sorulardan kaçamıyorum: Beynim dışındaki organlarımın eylemsiz olması, benim bomboş olduğum anlamına mı geliyor? Ya da… Bomboş durumda olmam, yaşam şeklimin, seçimimin bir parçası ise bunun tartışılacak bir yanı var mıdır? Bu sorulara olumsuz yanıtlar verdiğimizde, düşünme eylemine, önem sıralamasında yer vermeyeceğiz anlamına gelecektir. Oysaki düşünen her insan için yoğunlaşacağı farklı bir ortam, yaratıcılığına mutlaka katkıda bulunacaktır. Sözün bu noktasında, Rodin’in Düşünen Adam heykelini anımsadım. İstanbul'daki bir örneğinin, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesinin bahçesinde yer almasına nasıl bir anlam vermemiz gerekir, bilemiyorum. Düşünmenin sağlıksız bir eylem olduğu mu, çok düşünen bir insanın sonunda bu hastaneye yolunun düşeceği mi? Kim bilir! Her şeyin bir zamanı vardır: Çalışmanın, dinlenmenin, konuşmanın, susmanın, gülmenin, eğlenmenin… Bir kral, çok ünlü bir Zen ustasını görmeye gitmiş. Yanına vardığında öğrencileriyle birlikte kahkahalar atarak yerde tepindiklerini görmüş. Bu durumu doğrusu çok garipsemiş. Bunu kendisine yakıştıramadığını söylediğinde, Zen ustası Kralın yanında taşıdığı yayı göstererek sormuş: “Bu yayını her zaman gergin mi tutarsın?” “Öyle şey olur mu, demiş kral. Gergin tuttuğum sürece yay işlevini yitirir. Bu yüzden onu gevşetmek zorundayım.” Zen ustası gülümsemiş: “Ben de şu anda işte bunu yapıyordum!” Belki bomboş oturmak da, bedensel ve tinsel gücümüzü toplamak için yeni fırsatlar yaratıyordur!