KASIM2020 Avram Ventura
İyilikler - kötülükler
İyilikler - kötülükler Düşünürlerin ahlak felsefesi içindeki kimi görüşlerini okurken, “en yüksek iyi” kavramıyla ilgili yaklaşımlarını anlamaya çalıştım. Konuya biraz uzak olanlar, erdem kurallarımız içinde yer alması gereken “İyi”den geçtik, “en yüksek iyi” de ne oluyor, diye sorabilirler. Felsefenin engin okyanusuna açılmadan, günlük yaşamın sınırları içinde bu soruya bir yanıt arayabiliriz. İnsanın var oluşundan bu yana iyi ve kötü kavramları tartışılmış, dönemlere, toplumlara, bireylere göre farklı düşünceler ortaya konmuştur. Sözlük en yüksek iyiyi, öznel açıdan insan çabalarının en yüksek ereği, nesnel olarak da varoluşun son ereği olarak tanımlıyor. Biz bu tanımları ve düşünürlerin söylediklerini bir yana bırakarak, kendi biçemimizle konuya yaklaşmaya çalışalım. Çok eski bir masala göre, zenginliği, hazzı, sağlığı ve erdemi bir yarışmaya sokmuşlar. En yüksek iyi olarak birinci gelen altın elmayı alacakmış. Önce zenginlik çıkmış ortaya: “En yüksek iyi benim, demiş. Çünkü iyi olan her şey benimle satın alınır.” İkinci olarak haz sözü almış: “Elma benim hakkım, demiş. Zenginliği, beni elde etmek için istemiyor musunuz?” Sağlık hemen söze karışmış: “Bensiz demiş haz da, zenginlik de yararsızdır.” Sonunda erdem kendi üstünlüklerini anlatarak altın elmayı kazanmış: “Doğru olmayan insan, altınla, hazla, sağlıkla da mutsuzluktan kurtulamaz!” Kuşku yok ki, iyilik erdemli olmanın başlıca niteliklerinden biridir; ama ne yazık ki bu kuralları, herkes kendine göre esnetmeye çalıştığından gerçeği görmekte zorlanıyoruz. Her ne denli bu erdem, bireylerin olduğu kadar toplumların gelişmesi için önemliyse de, onun kötülükle olan savaşımı her alanda sürmektedir. Belki de iyiliği, karşıtı olan kötülükle birlikte değerlendirdiğimiz için daha iyi anlayabiliyoruz. O karşıtı olmasa, bunu doğal bir davranış diye mi görecektik yoksa? Bir iyilik ya da kötülükten söz edeceksek, önce insan etmenini göz önünde bulundurmak zorunda kalıyoruz. Bir başka deyişle, bu davranışlar insana özgüdür. Gençlik yıllarımda okuduğum, Victor Hugo'nun ölümsüz yapıtı Sefiller'in kahramanı Jean Valjean'ı anımsıyorum. Jean, yakınlarının açlığı yüzünden bir ekmek çalar. Yakalanır, hapse atılır. Cezasını çekip çıktıktan sonra, toplumun onu dışladığını görür. Bu arada ne yatacak yeri, ne yiyecek bir lokma ekmeği vardır. Digne Piskoposu onu evinde ağırlar. O gece Jean, evin gümüş yemek takımlarını çalar. Piskopos sabahleyin onu jandarmalarla birlikte evinin kapısında görünce olayı anlar, ona, hediye ettiği gümüşleri alırken şamdanları unuttuğunu söyleyerek, Valjean'ı tutuklanmaktan kurtarır. O ana kadar bütün insanlara karşı bir öfkeyle dolu olan kahramanın yaşamı birden değişir, topluma yararlı bir insan olmaya çalışır. Piskoposun gösterdiği örnek davranış kadar, sonradan söylediği şu sözler üstünde düşünülmeğe değer: "Ne gariptir ki, kendimizi kurtarmak için dua ederiz. Karşımızdaki günaha girmesin diye dua etmeyiz. Hırsız ve canilerden korkmayalım. Onlar dışımızda bulunan önemsiz tehlikelerdir. Asıl korkmamız gereken kendimizdir. Toplumun en korkunç katilleri, insanlara davranışlarına göre karar vererek, yaşama hakkı tanımayan, o peşin hükümlerimizdir." Jean Valjean, gözümüze tutulan bir ayna yalnızca. Bu roman, insan olmak, kötülüğe karşı insan kalmak için harcanan bir çabanın serüveni. Paralel Hayatlar’ın ünlü yazarı Plutarkhos anlatıyor: Biri, Plistarkhos’a, kötülüğüyle ünlü bir doğramacının kendisinden övgüyle söz ettiğini söyleyince, “Bahse girerim demiş, biri ona öldüğümü söylemiştir. Yoksa kimse için sağlığında iyi konuşmaz o herif!” Demek ki yüzyıllarca önce de ölülerin arkasından iyi konuşulurmuş! Bu erdemlerden söz ederken, yapıtlarında bunu işleyen Shakespeare’i de anmamız gerekir. Bir şiirinde şöyle diyor: “İnsanların yaptıkları kötülükler kendilerinden sonra da yaşar; İyilikse çoğu zaman kemikleriyle birlikte çürüyüp gider.” Dileyelim ki, kalanların belleklerinde her zaman iyiliklerimizle anılmış olalım!