OCAK2021 Avram Ventura
Bir hedefimiz yoksa
Bir hedefimiz yoksa Eskiden İzmir Kızlarağası Hanı çevresinde fincanda kahve pişiren bir dükkân varken, son yıllarda o bölgedeki nerdeyse çoğu işyeri çay ocağına dönüştü. Bir süre önce, orada bir arkadaşımla oturmuş, kahvelerimizi içiyorduk. O sıkışık ortamda, yan masada yüksek sesle konuşan kadınlara, istemeden kulak vermişim. İki anne bir yandan kahvelerini yudumluyor, öte yandan genç yaştaki kızlarından yakınıyorlardı. Onların yaşamı umursamamaları, ev işlerine tümüyle kayıtsız kalmaları, bir sorumluluk üstlenmemeleri, sabır göstermeden her şeye bir an önce ulaşmak istemeleri gibi... Verdikleri örneklerle, görüşlerini, haklılıklarını güçlendirmeye çalışıyorlardı. Annelerin bu yakınmaları karşısında, arkadaşımın bakışlarında da benzer hayıflanmaları okuyordum. Çok geçmeden, yüzüme bakarak suskunluğunu bozduğunda ağzından bu sözcükler dökülmüştü: “Doğru söylüyorlar!” Belki bir rastlantı, kızlarından yakınan kadınların ortak sorunları olabilir; ama bunu bir genelleme içine sokup herkesi aynı şekilde yargılayabilir miyiz? Ayrıca onlar birbirlerine anlatırken, kızlarının bu davranışlarını ne denli abarttıklarını bilmiyorum. Arkadaşıma konuyu yeniden açtığımda, sorunun kaynağı olarak yalnız çocukları görmediğimi, bunda bizim de önemli bir payımızın olduğunu belirttim. Olumlu ya da olumsuz, mutlaka çevrelerinden etkilendiklerini, yaşları gereği başkaldırmalarını doğal gördüğümü söyledikten sonra ona Sadi’nin sevdiğim bir öyküsünü anlattım: Ormanda gezinen bir derviş, bacaklarını kaybetmiş olan bir tilkiye rastlamış. Derviş kendi kendine, “Zavallı şey hayatta kalmayı nasıl beceriyor?” diye düşünmüş. Tam o sırada avını taşıyan bir kaplan çıkıvermiş. Kaplan istediği kadarını yemiş ve gerisini tilkiye bırakmış. Bir sonraki gün derviş geri gelmiş ve aynı şeyi görmüş. Derviş, “Demek böyle oluyor” diye düşünmüş. “Ben de aynı şeyi deneyeceğim.” Derviş evine dönmüş, bir köşede oturmuş ve evrenin ona istediği her şeyi vermesini beklemiş. Günler geçmiş ve hiçbir şey gelmemiş. Sonunda, açlıktan ölme noktasına geldiğinde bir ses duymuş. “Yanlışı örnek alıyorsun. Bacakların var. Kaplan gibi ol, tilki gibi değil.” Arkadaşım öyküyü dinledikten sonra bunun konumuzla ne ilgisi var, dercesine yüzüme bakınca açıklamaya çalıştım: Gördüğüm kadarıyla, yalnızca iyi bir eğitim, başarılı geçen bir okul dönemi, bize iş yaşamındaki fırsatları altın tabakta sunmuyor. Belki atacağımız ilk adımlar için bu diplomalar, aldığımız dereceler önemlidir; ancak büyük bir çekişme içindeki iş ortamında, başarıyı yakalamak için, öyküdeki kaplan gibi olmak zorundayız: Beklemek değil, saldırmak! Her gün artan gereksinimleri karşılamak, elimizdeki olanakları iyileştirmek için, giderek daha çok çalışmamız gerekiyor. Kuşaklar arasında kıyaslama yapmak hoşuma gitmese de, kimi zaman bazı olguları açıklamak için zorunlu oluyor: Çocukluğumda yeni giysiler ancak bayrama yakın bir zamanda, o da gereği varsa alınırdı. Arada yırtılan, aşınan olursa dikilir ya da önceden saklanan kumaş parçalarıyla yamanırdı. Kuşkusuz yalnız benim için değil, evin gereksinimi de olsa her eşyanın bir alınma zamanı ve bir nedeni olmalıydı. Bir kol saatine ilk kez on üç yaşımda sahip olduğumu anımsıyorum. Dönemin ve ailemin ekonomik koşulları, bu kısıtlamalar için bir etken olduğunu düşünsem de, benzer bir tutumluluğu varsıl olan çevrelerde de gözlemliyordum. Yalnızca olanağı olan kimselerin ulaşabildiği maddesel değerlerden söz etmiyorum. Yaşamın her alanında, birçoğumuz için her şeye bir ulaşma zamanı vardı. Bu, öncelikle bir sabrı ve beklemeyi gerektiriyordu; satın alma, olgunlaşma ya da bir hedefe ulaşma zamanı! Sonra da bu kavuşmanın öyle bir keyfine varırdık ki, bunu sözcüklerle anlatamayız. Buraya kadar sözünü ettiklerimiz, konunun yalnızca maddesel yanı; oysaki tinsel yanına baktığımızda, bir doyumsuzluğun giderek arttığını, bizi daha çok mutsuz ettiğini görüyoruz. Aldous Huxley’in, Cesur Yeni Dünya romanında değindiği noktalardan biri, her şeyin ulaşılabilir olduğu bir dünyada, hiçbir şeyin anlamının olmadığıdır. Neredeyse yüz yıla yakın bir süre önce okuruyla buluşmuş bu kitap, ütopik bir dünyayı anlatıyor. Bu yaşam içerisindeki duygu ve düşünceler aktarılırken, koşullandırılmış insanların hayatı nasıl anlamlandırdıklarını da okuyoruz. Bu gün bu koşullandırmayı, kitle iletişim araçları başarı ile yürütmektedirler. Kendi çocukluk dönemimle kıyaslarken, başta televizyonun, bilgisayarın, internetin olmadığını anımsattığımızda, konu daha iyi anlaşılmış olacaktır. Kısacası bizi etkileyen, tüketimi tetikleyen, her şeye ulaşılabilir gösteren araçlar yaşantımızda yer almayınca, bir beklenti içine girmiyor, küçük şeylerden mutlu oluyorduk. Bizim için yaşam, koymuş olduğumuz hedeflere ulaştığımız oranda anlam kazanıyor. Bir hedefimiz yoksa ya da istediğimiz her şeye çok kısa bir zamanda ulaşabiliyorsak, bu olguyu mutsuzluğumuzun bir nedeni olarak da sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum.