TEMMUZ2022 Avram Ventura
Dinlemek, dinletmek
Dinlemenin bir sanat olduğunu her zaman okuyorum, ama bu gerçeği yaşadıkça daha iyi öğreniyorum. Bireysel ilişkilerde, izlediğim televizyon tartışmalarında, katıldığım kurum ve kuruluşların toplantılarında, görüyorum ki çoğu insan dinlemekten çok konuşmayı yeğliyor. Nedense her söz alanın söyleyeceği çok önemliymiş gibi! Belki de öne çıkma, kendilerini gösterme tutkusu, insanları bu tür bir davranışa yöneltiyor. Öyle ki içlerinden kimi daha ne söyleyeceğini düşünmeden söz alıyor, sonra da gündemdeki konuyla ilgili olsun ya da olmasın konuşmasını sürdürüyor. Hepimizin bildiği gibi, kişinin kendini ifade edebilmesi için öncelikle dili özenli kullanması ve bilgi sahibi olması gerekiyor. Oysaki bilgilenmek için de en azından iyi bir dinleyici olması gerektiğini ne yazık ki düşünmüyor. Dinlemek kadar, sözümüzü dinletmenin de bir sanat olduğunu söyleyebiliriz. Konuşurken kimse dinlemiyorsa ya söylediklerimizin bir değeri yoktur ya da nasıl söyleneceğini bilmiyoruzdur. Düşüncelerimiz elbette ki hepimiz için önemlidir. Bunları zaman zaman anlatmak, başkalarıyla paylaşmak ihtiyacını duyarız. Böylece dinleniyor, sözlerimize önem veriliyor, saygı görüyor olmanın keyfini yaşarız. İlk tümcelerini kurduğu andan başlayarak, her yaştaki insanın kendini ifade etmek için mutlaka bir söyleyeceği vardır. Karşısındaki bir insana sorunlarını aktarma, duygu ve düşüncelerini paylaşma, bir konuda bilgi verme, yardım isteme, ihtiyacı olana yardımcı olma ya da yalnızca öğüt verme… Bu ve benzeri yaklaşımlar, bireysel birer ihtiyaç olduğu kadar, sağlıklı bir iletişimin de ön koşulu olmaktadır. Köyde bir başına oturan Bektaşi’yi hiç kimse dinlemez, ne söylese sözlerini alaya alırlarmış. Bu yüzden Bektaşi sürekli mutsuzmuş. Her zaman hüzünlü görünür, insanlardan kaçarmış. Aradan günler geçmiş. Bir ara bakmışlar, Bektaşi’nin nasılsa yüzü gülüyor, çevresiyle şakalaşıyormuş. Merak edip sormuşlar. O da artık kendisini dinleyecek birisini bulduğunu söylemiş. Bu kez köylülerin merakı daha çok artmış. İçlerinden birini peşine takarak sürekli izlemişler. Sonunda onu bir tepenin yamacında, karşısında bir keçi, ona bir şeyler anlatırken bulmuşlar. Ayrıca sakalına bağladığı bir ipi arada bir çekerek, keçinin başını eğdirip söylediklerini onaylatıyormuş. Görenlerin aktardığına göre, Bektaşi’nin mutluluğuna da diyecek yokmuş. Bu öyküyü anlatırken uzun bir süre önce Nüvit Osmay’ın, İnsan Mühendisliği kitabında okuduğum bir anıyı hatırladım: İsviçre’nin ünlü yazarlarından Golffried Keller her akşam Zürih gazinolarından birinde bir ressam dostuyla buluşurmuş. Bir saat kadar yan yana otururlar, birer bardak bira içerler ve hiç konuşmadan ayrılırlarmış. Ayrılmadan önce birbirlerinin ellerini sıkarlarken, birlikte geçirdikleri bu mutlu ve huzurlu zaman için teşekkür ederler, ertesi günü yine aynı saatte buluşmak için anlaşırlarmış. İlginç değil mi? Demek ki söyleşmek için sözcüklere hiç gereksinimleri yokmuş! Öyküler bir yana, her dönem kuşaklar arasındaki iletişim kopukluğunu görüyor, gençlerin dinlemediği, yaşlıların da dinletemedikleriyle ilgili yakınmaları sürekli duyuyoruz. Kuşku yok ki bu konuda dinletmek; anlatmak, anlaşılmak, dayatmak sözcüklerini de akla getiriyor. Kendi payıma kuşaklar arasındaki bu farklılığı da doğal karşılıyorum. Konuşmak için bilgi gerekliliğinden söz ederken, buna deneyimlerimizi de eklemek istiyorum. Bu nedenle farklı birikim ve dünya görüşüyle hayata yaklaşanlara sözlerimizi dinletmek kolay olmasa gerek! Konu yönetenlere gelince, demokrasinin olmadığı topluluk ve toplumlarda, insanlar iki güçle yönetilir: Sevgi ve korku. Yönetenler, yönetilenlerin eğitim düzeyini, beklentilerini, çıkarlarını göz önünde bulundurarak, bu iki güçten birini seçip kendilerini dinletmeye, bir başka deyişle egemenliklerini korumaya çalışırlar. Bunun da bir paragrafa sığmayacak kadar geniş ve üzerinde daha çok durmamızı gerektiren önemli bir konu olduğunu söylemeliyim. Sözün özü: Yalnızca işiten değil, dinleyen biri olduğumuzda, öncelikle kendimizi geliştirerek birçok sorunun çözüleceğine inanıyorum.
E-DERGİ İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Eylül/Ekim 2025 sayısında neler vardı göz atın!
AYIN MEKANLARI GÜL KEBAP

İşte istisna mekânlardan biridir Gül Kebap... Kuruluş tarihi 1949. Gül Kebap’ın özelliği sadece “iyi köfte” yapıyor olması değil. Gül Kebap yetmiş altı yıldır aynı yerde ve dördüncü kuşağın yönetiminde. “Sefer tası” misali üç katlı daracık mekânında müdavimlerinin vazgeçemediği adres. Hayranlık uyandıracak bir çaba değil midir bu? İşini, kalitesini koruyarak yapan tam bir aile işletmesi… Kurucu Mehmet Ali Gülgeze, Girit’in üçüncü büyük şehri Resmo’dan İzmir’e göçle gelmiş. Çanakkale’de savaşmış. Bayrağı, ikinci kuşak oğulları Mustafa ve Muhsin Gülgeze devralmış… Ardından torun Hüsnü Gülgeze. Ve bugün dördüncü kuşak Hüsnü’nün oğlu Burak Muhsin işin başında. “Bir Kemeraltı klasiği” olarak Gül Kebap, esnaf lokantası köfteciliğini ilk günden bugüne değişmeyen formül ve sunum geleneğiyle tavizsiz sürdürüyor.

FİLİBELİ HAN

Filibeli Han Eski İzmirlilerin hatıralarındaki Şükran Oteli, özenli bir yenileme süreci sonrasında sahiplerinin soyadını alan "Filibeli Han" Kemeraltı Çarşısı'nın yeni cazibe merkezi olarak hizmete açıldı. Günümüz ihtiyaçlarına uygun yiyecek içecek mekanlarının yer aldığı Filibeli Han'ın üst katı da keşke çeşitli el sanatları üretiminin yapıldığı atölyelere açılsa... Bizim dikkatimizden kaçmış olabilir ama binanın kısa bir tarihinin yabancı dilleri de kapsayacak şekilde bir köşede yer alması çok doğru olurdu diye düşünüyoruz.

BOŞNAKYA

Boşnakya Filibeli Han'ın yan sokağa açılan çıkışında sevimli olduğu kadar lezzetli ürünler sunan "Boşnakya" isimli bir mekan var. Kıymalı Boşnak böreği, peynirli, patatesli ve patlıcanlı börekler, yaprak sarma ve haşhaşlı börek gibi lezzetlerin ağız sulandırdığı mekanda demli bir çay veya reyhan şerbeti yanında poğaçalar ve harika tatlılar deneyebilirsiniz.Antakya'nın çıtır kabak ve kömbesi, bougatsa Selanik tatlısı, medovik Rus pastası, triliçe tatlıları sizi bekliyor. Cuma günleri menüye mantı da ekleniyor. Boşnakya'ya uğramayı ihmal etmeyin.