OCAK2020 Ayse Perin (Tatari)
Beş Şehir
Beş Şehir Anne ve babamın bu dünyadan ayrılışından sonra kalan yegâne anılar mekânı Çeşme’deki yazlık evdeyim… Ev, her ne kadar yeniden inşa edildi ise de eşyaların eski eve ait olup oradan gelmiş olması ile zamanın kokusu evin her köşesinde hissediliyor. Beni çocukluğuma, gençliğime bağlayan somut hatıralar arasında en sevdiklerim babamın ve annemin eski kitapları… Yıllardır yaz başı ve sonlarında kütüphaneyi karıştırır mutlaka deha önce okumuş olsam da kitaplar ile vakit geçiririm. Eski ve yeni arasındaki bağ bizi sağlamlaştırır güçlü kılar düşüncesindeyim. Kişisel verilerimiz bir yana; günümüzde kasaba şehirlerimiz ne yazık ki, geçmişi tüketilen: kimliği ve belleği kaybolan yaşama alanlarına dönüşüyor. Bu hassasiyet ile bu gün seçtiğim kitap, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “ Beş Şehir” adlı kitabı oldu. Kitabın önsözünde Tanpınar şöyle der: “Beş Şehir ”in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur… …Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz. ”Beş Şehir” işte bu hesaplaşma ihtiyacının doğurduğu bir konuşmadır… Ahmet Hamdi Tanpınar 1960” Bu paragraf, ön sözden alınan birkaç cümledir yalnızca… Kitapta, İstanbul ile ilgili bölüm, insanı okudukça teessüre boğar, zira İstanbul kadar ‘mazi kalbimde yaradır’ şarkısını yakıştıracağımız bir başka kent var mıdır? Uzun ve güzel tasvirler ile 1960 yıllarına kadar ki İstanbul’u anlatılır Tanpınar’ın kitabında… “Eski İstanbul’da mimarinin saltanatına rekabet eden başka güzellik varsa o da ağaçlardı. Fakat buna rekabet denilebilir mi? Doğrusu istenirse, ağaç, mimarimizin ve bütün hayatımızın en lütufkâr yardımcısıdır… İstanbul’a gelen seyyahların hepsi ağaçlarımızın güzelliğinden bahseder… Büyük mimarlarımız ise, daima eserlerinin yanı başına birkaç çınar ve serviyi eksik etmezlerdi… Bazıları daha ileriye gider; cami veya medrese avlusunun hendesi cenneti ortasında, çınarın, servinin yetişmesi, gülün açması, sarmaşığın halkalanması için yer ayırırdı. Küçük, büyük, her çeşmeyi iri gövdeli bir çınar yahut da servi beklerdi… Mimarın veya hayrat sahibinin diktiği ağacın büyüdüğünü görüp görmemesinin ehemmiyeti yoktu. Dikilmiş olduğunu bilmesi yeterdi. Bilirdi ki toprağa emanet edilmiş bir ağaç, mahalleye semte, şehre, hatta cemiyete ve bütün bir imana emanet edilmiş bir değerdir. Ağaç sade mimarlık zevkimize ve şehirciliğimize girmez. Eski şiirin mücerret dünyası, bir halı desenine benzeyen servi, çınar, kavaklarla doludur… İki ağaç Türk muhayyilesinde ve hayatında izini bırakmıştır; servi ve çınar. Şehrin bilhassa dışardan görünen umumi manzarasını daha ziyade Karaca Ahmed, Edirne Kapısı eski Ayaz Paşa ve Tepe Başı gibi servilikler yapardı. Boğaziçi’ndeki o çok uhrevi köşelerle, bazı peysajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp servilikleri bütün Haliç manzarasına üslubunu verirdi. İstanbul peysajındaki asil hüznü biz bu iki ağaca çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissi terbiyemizde onların büyük payı vardır… Bir ağacın ölümü, büyük bir mimari eserinin kaybı gibi bir şeydir. Ne çare ki biz bir asırdan beri, hatta biraz daha fazla, ikisine de alıştık. Gözümüzün önünde şaheserler birbiri ardınca suya düşmüş kaya tuzu gibi, eriyor, kül toprak yığını oluyor…” Tanpınar’ın 1960 yıllarına kadar tasvir ettiği İstanbul… Ve sonrasından günümüze kadar gelen zamanın içinde; başka bir kente dönüşen talihsiz kent İstanbul. Bir başka talihsiz kent İzmir… Bakınız eski İzmir fotoğraflarına, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üslubu ile neler yazılabilir? Günümüz de Kültürpark ne olmalıdır? Tartışmaları sürerken: Tanpınar’ın, güzel üslubu ile ağaçlar için yazdıkları da hatırlanmaya değer şüphesiz.