KASIM2017 Günter Soydanbay
İzmir müzeleri
Kültür Bakanlığı’nın verilerine göre Efes Örenyeri’ni 2015 yılında 1.7 milyon kişi ziyaret etmiş. 2016’da mı? Sadece 900 bin. Hayret verici bu gerileme turizm sektörünün tepe taklak düşüşünün bir yan ürünü. Bir önceki seneye kıyasla, müze ve örenyerlerine gelen ziyaretçi sayısı tam 12 milyon kişi (%41) azalmış. Topkapı’dan Hierapolis’e, Göreme’den Aspendos’a her müze düşüş yaşamış. Popülerliğini koruyabilen tek mekan Konya Mevlana Müzesi olmuş. Bu ay -en azından- İzmir için bu kötü gidişi durdurmanın yolunu arayacağız. Müze dendiğinde İzmir’in amiral gemisi Efes Örenyeri. Bu antik kentimiz sadece Türkiye’de değil, dünyaca biliniyor. Peki ya diğer müzelerimiz? Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü’ne göre 2015’te İzmir’de bulunan -Efes dışındaki- 18 müzeyi 1.2 milyon kişi gezmiş. Bu kitlenin 287 bini ücretsiz ziyaretçi. 2016’nın dibe vuruş yılı olduğunu düşünürsek durumumuz gerçekten vahim. Bu elbette İzmir’e has bir durum değil. Dünya genelinde müzeler varoluşsal kriz yaşıyor. Örneğin, meşhur MoMA’nın araştırmasına göre, ziyaretçiler sanat eserlerine ortalama 27.2 saniye bakıyormuş. Indianapolis Museum of Art ise daha karamsar: Ortalama sürenin 4 ile 31 saniye arasında değiştiğini saptamış. Karşılaştırmanız için, süpermarkette alışveriş yapan biri, saç ürünleri, cilt bakım malzemeleri ve bebek reyonunda ortalama bir dakikadan uzun kalıyor. Bir başka deyişle müzede sergilenen bir eser, şampuan veya el kremi kadar ilgi çekmiyor. Bu sorunun derinine inelim. Türk Dil Kurumu’na göre müze; sanat ve bilim eserlerinin veya sanat ve bilime yarayan nesnelerin saklandığı, halka gösterilmek için sergilendiği yer veya yapı. Oysa kelimenin köklerine inersek ortaya saklamak ve sergilemekten farklı bir amaç çıkıyor. Müze, Yunanca mousa’dan (muse) gelmekte. Şiir tanrıcalarının mabedi anlamında. Buradan yola çıkarsak müzelerin asli görevi ziyaretçilerine ilham vermek. Oysa sokaktaki vatandaş müze ziyaretini ilhamla özdeşleştirmiyor. Aksine sıkıntı, bıkkınlık, kasvetle bir tutuyor. Aşılması gereken zihinsel eşik işte bu. Peki bir müze nasıl ilham verici hale sokulur? İlk olarak müzeleri canlı, diri, yaşam dolu mekanlar olarak konumlandırmak gerekmekte. Mevcut haliyle müzeler sadece gözlerimize hitap ediyor. Oysa canlıların duyguları -daha da önemlisi -duyuları vardır. Bu mekanlar koklama, işitme, tat alma ve dokunma duyularımızı da aktive edecek şekilde baştan tasarlanmalı. Efes’te klasik müzik konseri düzenlenmesi, Kudüs’teki Davut Kulesi’nin ışıklar ve projeksiyonlarla canlandırılması, Bilboa’daki Guggenheim müzesinin kendisi kadar meşhur restoranı Nerua’nın adıyla anılması hep bu yönde atılmış adımlar. İkinci adım müzeleri güncel hayata bağıntılı hale getirmek gerekmekte. Hayatı “ileriye doğru giden bir ok” olarak gören toplum, mazide kalanları geçmiş, bitmiş, önemini yitirmiş olarak algılıyor. Bu sorunun üstesinden gelmek için ilk olarak müzelerin envanterlerini incelemek, daha sonra dünya gündemini meşgul eden -iklim değişikliği, çarpık kentleşme, sağlık gibi- konuları saptamak, son olarak da bu konularla müzenin değerleri arasında sembolik bağlar kurmak lazım. Örneğin, Bergama psikoterapinin ve doğal tedavinin ilk uygulandığı kent. Bu mekan kendini bir zihinsel kaçış ve ruhsal uyanış mekanı olarak tasarlayabilir. Son olarak, müzelerin iletişim stratejilerini gözden geçirmek gerek. Uzmanlar hikaye şeklinde anlatılan bilgilerin, liste halinde sunulan olgulara göre tam 22 kat daha iyi hatırlandığını saptamış. Müzeler de ziyaretçilerini saran deneyimler yaratmak zorunda. Örneğin, Tenement Museum’da tiyatrocular eski zamanlardaki hayatı canlandırıyor. American Philosophical Society ise düzenlediği canlı sinema etkinlikleri sayesinde eserlerini ziyaretçilerinin zihnine nüfuz ettirebiliyor. İzmir her konuda Öncülerin Kenti. Müze ve örenyerlerimizi baştan hayal edersek ve ziyaretçilerin beş duyusuna hitap edip, güncel hayatta karşılığı olan hikayeler anlatabilirsek, müzecilik alanında da Türkiye’de ilklere imza atmış oluruz.