TEMMUZ2020 Günter Soydanbay
Salgın sonrası şehircilik
Geçtiğimiz gün, ofisi kent merkezinde avukat bir arkadaşımla konuşuyordum. Evi iş yerine arabayla 10 dakika uzaklıkta. Bana evini satmayı düşündüğünü söylediğinde ilk önce, yine aynı muhitte daha büyük bir ev alacağını düşündüm. Ama aklından geçen farklıydı: şehre iki saat uzaklıkta, büyük bahçeli bir ev almayı planlıyordu. Uzaktan çalıştığı için artık ofise haftanın sadece bir günü gideceğini, bu yüzden de uzağa taşınmayı düşündüğünü söyledi. Taşraya göç, batı dünyasında yükselişte olan bir trend. Örneğin, İngiliz emlakçılar büyükşehirlerde ciddi bir boşalma olduğunu belirtiyorlar. Benzer bir dinamiği İzmir’de de -özellikle Urla’da- gözlemlemek mümkün. Bunun temelinde, salgın esnasında “açık hava alanının” ne kadar değerli olduğu ortaya çıkması yatıyor. Apartman dairesinde yaşayan bir bireyle, bahçeli evde yaşayan kişinin -hele ki bir de çocukları varsa- salgın deneyimleri birbirinden oldukça farklı oldu. İlki, zamanında balkonunu pimapenle kapattırdığı için hayıflanırken, ikincisi süreci daha az zihinsel hasarla kapattı. Balkon ve bahçe bir ev için neyse, açık hava mekanları da bir şehir için o. Ve salgın sonrası bu mekanlar ciddi şekilde değişecek! Nereden mi biliyoruz? Çünkü tarih boyunca salgın hastalıklar şehirlerin yapısını değiştirmiş. Örneğin, batı uygarlığında sıklıkla rastladığımız geniş meydanların bir sebebi 14. yüzyılda Avrupa nüfusunun yarısını öldüren veba hastalığıymış. 19. yüzyıl grip salgını esnasında Doğu Londra’da ölümleri azaltmak için bulunan çözümlerden biriyse büyük bir park inşa etmekmiş! Bazıları salgının dönüştürücü potansiyelini abarttığımızı düşünüyor. Ne de olsa, Kore’nin başkenti Seul’da “Operadaki hayalet,” her akşam tıka basa dolu salona oynuyor. Onlar yapabiliyorsa biz de bir kaç aya aynı noktaya geliriz. Ancak bu düşünce yapısında bir sorun var: Su, balık için neyse, kültür de birey için odur. İçinde yaşadığımız kültür, davranışlarımızı, algılarımızı, düşüncelerimizi şekillendirir. Kültürel kodlarımız gereği, bizler uzakdoğudaki yaklaşımları kopyalayamayız. Çünkü bizde aynı kolektif disiplin yok. Elbette bu salgın bir gün geçecek. Ancak salgının zihinlerde bıraktığı tortu kolay kolay yok olmayacak. Açık havada geçirilen zamanın kalitesi, turizmin toparlanması anlamında da çok önemli. Örneğin, önümüzdeki süreçte “yeşil” algısı sayesinde Bursa’nın popülerliğinin artacağı bekleniyor. Asıl soru: dış mekanlarda geçirdiğimiz zamanı nasıl maksimize edebiliriz? Bu konuda farklı yaklaşımlar söz konusu. Örneğin, Litvanya’nın başkenti Vilnius şimdiye kadar 18 meydanını kafe ve restoranlara tahsis etmiş. Provakatif mekan tanıtım kampanyalarıyla bilinen Litvanyalılar, kentlerini dünyanın en büyük açık hava kahvesi olarak tanıtmaya başlamışlar. Her ne kadar akıllıca bir pazarlama hamlesi olsa da, bu inisiyatif bizde çalışmaz. İlk olarak iklimi ve kültürü gereği İzmirliler zaten iç mekanlara tıkılmayı sevmiyorlar. İkincisi de, böyle bir yaklaşım -hali hazırda muzdarip olduğumuz- kaldırım işgali konusunda yanlış örnek teşkil eder. O yüzden kendimize daha yakın iklim ve kültüre sahip kentlere bakmamız lazım. Mesela Atina… Atina belediye başkanı Kostas Bakoyannis, kısa süre önce iddialı bir açıklama yaptı: “50 bin metre karelik yolu bisikletlilere tahsis edeceğiz!" Bu konuda Atina yalnız değil. İnsanlar toplu taşıma ve bireysel arabaya alternatif üçüncü bir çözüm arayışında. Bu yüzden dünya genelinde -özellikle de Avrupa’da- kentleri bisiklet dostu hale getirmek için çok muammalı bir çalışma söz konusu. Salgının dönüştürücü gücüne şüpheyle yaklaşanlar haklı olabilirler. Bununla beraber, toplumsal anlamda Covid-19’in iki işlevi: Birincisi aynı bir projektör gibi, turizmden şehirciliğe ve sağlık sistemine dünyanın sorunlarına ışık tutmak. İkincisi de mevcut çözümlerin benimsenme hızını hızlandırmak. Daha önce de belirttiğimiz üzere bugünün aykırı fikirleri zaman içinde yarının normali haline gelir. Kendini öncü olarak konumlayan şehrimiz için fırsatlar kapısı sonuna kadar açık.