MART2021 Günter Soydanbay
Pandeminin getirdiği fırsat
2007, insanlığın ileride hatırlayacağı bir seneydi. Çünkü küresel ölçekte ilk kez, kentli nüfusu kırsal nüfusu geçti. Günümüzde, dünya nüfusunun yarısından fazlası artık kentsel alanlarda yaşıyor. Bununla birlikte, kentleşme, son birkaç yüzyıla özgü bir eğilim. Bu yüzden dünya genelinde kentsel alanlarda her 3 kişiden 1'i gecekonduda yaşıyor. Yani ne köyden kente göç, ne de çarpık kentleşme bize özel bir olgu değil. Uzmanlar, 2050’ye kadar dünya nüfusunun üçte ikisinin kentsel alanlarda yaşayacağını tahmin ediyordu. Yani kentsel alanların nüfusu önümüzdeki 30 senede neredeyse ikiye katlanacaktı. Di’li geçmiş zaman kullanıyoruz, çünkü bu projeksiyonları yapanlar ne Covid-19 salgınını, ne de kentlerin doğal büyüme limitleri olduğunu öngörememişler. Geçmişte insanlar zenginleştikçe kırsal alanlardan kentsel alanlara göç ederlerdi. Şimdi bu eğilim tersine dönmeye başladı. Örneğin, İstanbul’un nüfusunun yirmi yıldır ilk defa gerilediğini biliyor muydunuz? Ya da insanların daha ucuz konut, daha fazla alan veya doğaya yakınlık arayışıyla şehirlerden uzaklaşmasıyla Londra'daki kiraların düşmeye başladığını? Ya da Tokyolular’ın yaklaşık yarısının, fırsatları olsa mega kentten göç etmek istediğini? Yani aynı köyden kente göç gibi kentten kıra göç de bize özgü bir olgu değil. Elbette herkes uzaktan çalışamaz. Evden çalışabilmek sosyo-ekonomik bir ayrıcalık. Analistler, ABD’deki işlerin kabaca %37’sinin uzaktan gerçekleştirilebileceğini hesaplamış. Bu oran İtalya, Fransa, Almanya, İspanya, İsveç ve Birleşik Krallık’ta %28’e düşüyor. Peki ya Türkiye? Muhafazakar bir şekilde bizdeki oranın Avrupa’nın yarısı olduğunu varsayalım. Yine de nüfusun %15’i çok ciddi bir rakam. Uzaktan çalışma kalıcı olursa büyükşehirlerin aniden içi boşalabilir. Aynı yazın İzmir’in krem tabakasının kenti terk etmesi gibi! Böyle bir şey gerçekten olabilir mi? Essex Üniversitesi'nde yapılan bir modellemeye göre, salgın sonrası iki farklı uzaktan çalışan kategorisi belirecek: Evden çalışanlar iyi senaryoda haftada bir veya iki kez, kötü senaryoda ise ayda bir ofise gidip gelecekler. Yani iyi senaryoda bile beyaz yakalıların ofislerinde çalışmak için harcayacakları zaman %40-60 oranında azalıyor. Bir kesim bu gelişmeyi olumlu görüyor. Şehirlerin daha az sıkışık hale geleceğini ve düşen kiraların refahı artıracağını savunuyor. Öte yandan madalyonun bir de öteki yüzü var. Şehir, farklı sosyo-ekonomik sınıflardan bireylerin bir arada yaşadığı bir organizmadır. Farklı sınıflardan insanlar birbirlerine muhtaçtır: Yüksek gelirliler, hayat kalitelerini yükseltecek hizmetlere, düşük gelirliler ise yaşam standartlarını artıracak işlere ihtiyaç duyarlar. Ama bu iki grup arasında asimetrik bir ilişki vardır. Her yüksek maaşlı yaratıcı iş, yaklaşık beş düşük maaşlı hizmet işi yaratır. Beyaz yakalı bir ailenin yarattığı iş hacmini düşünün. Çocukların bakıcısı, temizlikçi, kapıcı, sitenin güvenlik görevlisi, 7/24 servis yapan bakkal, sucu, kurye, köpek gezdirici, spor koçu vb. Özetle, bir büyükşehir krem tabakasının ufak bir kısmını bile kaybetse orantısız bir ekonomik çöküşle karşı karşıya kalabilir. İşte bu gelişme -daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz- ikincil şehirlerin önünü açabilir. Yani İstanbul’a karşı ikinci olmaya alışmış İzmir ciddi bir atılım yapabilir. Gerçekçi olmak gerekirse, İstanbul’un krem tabakasının büyük kısmı yerinde kalacak. Yine de bu kitlenin ciddi bir kısmı başka bir yere taşınma fikrine kategorik olarak açık. İşte bu insanları saptamalı, onlarla konuşumalı, önceliklerini ve karar kriterlerini öğrenmeliyiz. Bu bireyler kendi haleti ruhiyeleri için mi İstanbul’u terk etmek istiyorlar? Yoksa çocuklarının geleceği için mi? Özgürce yaşamak mı öncelikleri? Yoksa pembe hayat mı? Gerek Türkiye’nin içinde bulunduğu durum, gerekse de küresel gelişmeler İzmir’in önünü açıyor. Kaliteli göç çekebilecek altyapıya sahibiz. Sadece bu insanlara ne vaat etmemiz gerektiğini öğrenmeliyiz.
E-DERGİ İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Eylül/Ekim 2025 sayısında neler vardı göz atın!
AYIN MEKANLARI GÜL KEBAP

İşte istisna mekânlardan biridir Gül Kebap... Kuruluş tarihi 1949. Gül Kebap’ın özelliği sadece “iyi köfte” yapıyor olması değil. Gül Kebap yetmiş altı yıldır aynı yerde ve dördüncü kuşağın yönetiminde. “Sefer tası” misali üç katlı daracık mekânında müdavimlerinin vazgeçemediği adres. Hayranlık uyandıracak bir çaba değil midir bu? İşini, kalitesini koruyarak yapan tam bir aile işletmesi… Kurucu Mehmet Ali Gülgeze, Girit’in üçüncü büyük şehri Resmo’dan İzmir’e göçle gelmiş. Çanakkale’de savaşmış. Bayrağı, ikinci kuşak oğulları Mustafa ve Muhsin Gülgeze devralmış… Ardından torun Hüsnü Gülgeze. Ve bugün dördüncü kuşak Hüsnü’nün oğlu Burak Muhsin işin başında. “Bir Kemeraltı klasiği” olarak Gül Kebap, esnaf lokantası köfteciliğini ilk günden bugüne değişmeyen formül ve sunum geleneğiyle tavizsiz sürdürüyor.

FİLİBELİ HAN

Filibeli Han Eski İzmirlilerin hatıralarındaki Şükran Oteli, özenli bir yenileme süreci sonrasında sahiplerinin soyadını alan "Filibeli Han" Kemeraltı Çarşısı'nın yeni cazibe merkezi olarak hizmete açıldı. Günümüz ihtiyaçlarına uygun yiyecek içecek mekanlarının yer aldığı Filibeli Han'ın üst katı da keşke çeşitli el sanatları üretiminin yapıldığı atölyelere açılsa... Bizim dikkatimizden kaçmış olabilir ama binanın kısa bir tarihinin yabancı dilleri de kapsayacak şekilde bir köşede yer alması çok doğru olurdu diye düşünüyoruz.

BOŞNAKYA

Boşnakya Filibeli Han'ın yan sokağa açılan çıkışında sevimli olduğu kadar lezzetli ürünler sunan "Boşnakya" isimli bir mekan var. Kıymalı Boşnak böreği, peynirli, patatesli ve patlıcanlı börekler, yaprak sarma ve haşhaşlı börek gibi lezzetlerin ağız sulandırdığı mekanda demli bir çay veya reyhan şerbeti yanında poğaçalar ve harika tatlılar deneyebilirsiniz.Antakya'nın çıtır kabak ve kömbesi, bougatsa Selanik tatlısı, medovik Rus pastası, triliçe tatlıları sizi bekliyor. Cuma günleri menüye mantı da ekleniyor. Boşnakya'ya uğramayı ihmal etmeyin.