NISAN2022
Günter Soydanbay
Kültürel mirasımızı nasıl koruruz?
Kültürel mirasımızı nasıl koruruz?
Türkiye, tarihi ve kültürel zenginlikler açısından dünyanın en şanslı ülkelerinden biri. Ülkenin her köşesi eski medeniyetlerin kalıntılarıyla dolu. Ancak Süleymaniye Camisi’nin önüne yapılan inşaat bize hatırlattı ki, geçmişimize sahip çıkma konusunda oldukça başarısızız.
Bunun nedenlerini geçen ay tartışmıştık. Özetle, geniş kitleler kendini, burada yaşamış eski medeniyetlere ait hissetmiyor. Bu da koruma içgüdüsünün oluşmasını engelliyor. Ayrıca göçebe kültürel DNA’mızdan gelen, kendimizden önce yapılanı yıkarak ilerleme alışkanlığımız var. Bu sadece binalar için değil; devletler için de geçerli. Cumhurbaşkanlığı armamız, çoğu birbiri üstüne inşa edilmiş 16 Türk devletini simgeliyor!
Elbette, tarihi ve kültürel değerlerin korunması için yapılan çok değerli çalışmalar var. Ancak, yetmiyor; neredeyse ay aşırı bir değerimiz yok oluyor. En son kurban, zeytincilik kültürümüz.
Sorunun temelinde bir kavram karmaşasının yattığını düşünüyorum. Devlet büyüklerimiz bize, “kültürel mirasımızı korumayı” öğütlüyorlar. Kültürel miras (cultural heritage) bir topluluğa ait olma anlamına geliyor. Ancak Batı’dan ithal ettiğimiz - yani henüz yerli ve millileştirmediğimiz- bu kavram biz de çalışmıyor, çünkü bizim aidiyet anlayışımız Batılılarınkinden farklı!
Türklerin Psikolojisi kitabının yazarı Profesör Dr. Erol Göka atdüz denilen bir kavramdan bahsediyor, “Göçebelerde vatan aslında yurttur, yurt da göçebe çadırına verilen isimdir. Atdüz ise, çöpün çöpün çadırdan dışarıya atıldığı yerdir. O atdüz ancak senede bir defa temizlenir. Özetle, vatan göçebe çadırının içindedir, dışına taşmaz.”
Nasıl çadır, vatan algımızın sınırlarını tayin ediyorsa, yakın ilişkilerimiz de benliğimizin sınırlarını belirler. Türk kültüründe aile, akrabalar ve arkadaşlardan oluşan iç grup ile yabancılardan oluşan dış grubun sınırları çok keskindir. İç grupta benlik sınırlarımız oldukça geçirgendir. Örneğin, askerliğini yapanlar bilir; karakterleri ve eğitim seviyeleri birbirinden oldukça farklı kişiler, “toprağım!” diyerek bir anda birbirleriyle kaynaşıverirler!
Söz konusu dış grup olduğunda işler bir anda değişir. Toplumun %61.7'si diğer dinlerden, %60'ı diğer milletlerden insanlara kısmen veya tamamen güvenmediklerini belirtiyor. ‘Farklı bir din veya mezhebe ait biriyle evlenebilirim' diyenlerin oranı ise sadece %32,8.
Türklerin benliğinin en geçişken olduğu alan ise ebeveyn-çocuk ilişkisi. Biz çocuklarımızı, “anneciğim, babacığım, teyzeciğim” diye severiz. Kendi benliğimiz ile onlarınki bir olur. Yeri gelir, kendi potansiyelimizi çocuklarımıza yansıtırız. Seneler önce, Türkiye’nin en büyük firmalarından birinde çalışan üst düzey bir yöneticinin bana anlattığı bir anı, bu psikolojik dinamiği çok güzel özetliyor.
Baba, oğlunu Anıtkabir’e götürmüş ve ona Atatürk’ün emanetinin ne kadar önemli olduğunu anlatmış. Daha sonra da gururla oğluna, “Oğlum, Cumhuriyet’i sen ileriye taşıyacaksın!” demiş. Çocuğun cevabı, “İyi de babacığım sen neden yapmıyorsun?” olmuş.
Türk ebeveynler olarak kendi potansiyelimizi çocuklarımıza yansıtmakla kalmayız; aynı zamanda kendimiz için yapmayacağımız şeyleri, çocuklarımız için seve seve yaparız. Onlar için gerekirse çiğ tavuk bile yeriz! İşte tam olarak bu yüzden, kültürel mirası koruma mesajı çocuklar üzerinden kurgulanmalı.
“Doğru olanı yap” ya da “Yurt dışında şunlar bunlar yapılmış” gibi ahlaki ya da mantıksal argümanlar bizde bir kulaktan girip diğerinden çıkar. Benzer şekilde tarihi yapıları ya da kültürel gelenekleri korumak, devlet babanın -ya da belediye annenin- bireylere yüklediği bir sorumluluk olarak kaldığı sürece yerimizde sayarız.
Tekrar etmek gerekirse, kültürel miras paylaşılan bağ demek. Ne yazık ki biz de geçmişle bireyler arasında bir bağ yok. Söz konusu Türk-İslam tarihi ve kültürü olsa bile yok; ama çocuklarla var! O yüzden kültürel değerleri bireylere geçmişten yadigar bir miras gibi değil, çocuklarının onlara bakmaları üzere geçici süreliğine verdiği bir emanet olarak konumlandırmalıyız.