Bulunduğu sayı belirtilmemiş. Hasibe Özdemir
Astardaki Tavşan
Pencereyi açıp sokağı dinliyorsun. Ne okumak ne de yazmak istiyor canın. Olur bazen böyle. Kendini eve gönüllü hapsetmişken, seni oyuna çağırmamışlar gibi kuşa böceğe karşı bir küskünlük gelir üzerine. Gece yarısını çoktan geçti. Ne kuş ne böcek kaldı ortalıkta. Birkaç gündür aynı saatlerde bağırmaya başlayan kedinin sesi kaldırımda yuvarlanıp duruyor. Bir köpek kendini hatırlatmak ister gibi karşılık veriyor ona. Tam o sıra neden huylandığı bilinmeyen bir arabanın alarmı çalmaya başlıyor. Hayvanlar susuyor, araba acıklı bir tonda sahibini çağırıyor ısrarla. Pencereyi kapatıp tekrar oturuyorsun masana. Beyninin bir şey anlayacak, öğrenip analiz edecek kısmına ulaşman mümkün görünmüyor. Sanki bütün nöronların kapıyı kilitleyip paydos etmiş. Bilgisayarının ekranına boş boş bakmak yerine, adını yazıp basıyorsun tuşa. Oyun olsun diye. Öylesine. Şimdi barıştığın ama gençliğin boyunca, ağırlığıyla eski bir mobilyaya benzettiğin isminin, senin dışında kimlerin sırtına yüklendiğini görmek istiyorsun. Merak işte. Çocukluğunda sadece yaşlı insanlarda karşılaştığın adını, Modern Sanat Müzesinde koşturan bir küratörde ya da organik kumaşlar içinde lotus pozisyonunda oturup, kök şakradan bahseden bir yogide görmek çok eğlenceli geliyor birden. İsmin evden kaçmış kız gibi olmadık hikâyelerle çıkıyor karşına ama hiç biri ilginç değil. Bu kez soyadını da katıyorsun oyuna. Soyadın nakliye firmalarından, market adlarına kadar binlerce kez çıktı karşına. Sihirli bir yanı yok. Ama seninle aynı ada ve soyada sahip bir yığın insanı önüne döken bilgisayarın sihirbaz şapkasından farksız bu gece. Gösterinin en ön sıradaki izleyicisi gibi daha bir ilgiyle tarıyorsun ekranı. Sence kaç tavşan çıkacak bu şapkadan? Bir, üç, beş? İşte geliyorlar bak. Seninle aynı kutuda bekleyen zengin -yoksul, genç- ihtiyar, güzel -çirkin, yaşayan ya da ölü tavşanlar… Bak bu beyaz olan, kaymakamlık sınav listesinden biri. Kazanmış mıdır acaba, ne dersin? Tozlu bir ilçede, içeri girdiğinde abartılı bir şekilde ayağa kalkıp, çıktığında “Kadın işi değil bu, esnafı korkutamayan kaymakam mı olur arkadaş?” diye arkasından konuşan, sarı dişli, buruşuk takım elbiseli memurların eğreti gülüşlerine aldırmadan işini yapmaya devam etmiş midir? Kâğıt kemiren mavi tavşana göz kırpıp, geçiyorsun hızla. Senaristi oyunda izlemek keyifli değil sonuçta. Arkadaşlarının aradığı gri bir tavşan hakkında yazılanları üstünkörü okuyorsun sonra. Neden insanlar geçmiş yıllarda kalan birini ısrarla arar anlamıyorsun. Belki de gri tavşan çayırını kaybolmak için değiştirmiştir. İstese kendisi de bir delik açmaz mı onu arayanlara doğru? Sıradaki kırmızı bir tavşan. Sağlıklı ve kendinden emin. İki çocuğuna sarılmış, senin yapamayacağın kadar özenli bir makyaj ve çok fönlü saçlarıyla gülümsüyor ekranda. İyi görünüyor, çocuklar da. Bir yakınının mutluluğuna tanık olmuş gibi keyifleniyorsun azıcık. Çok ilginç aslında, adın ve soyadın dışında neredeyse hiç ortak noktanız yok. Mesela şu siyah kuşak sahibi boksör tavşanla daha fazla sanki benzerlikleriniz. Sen de kixboks yapmıştın yıllar önce. Yoksa bu ad ve soyadı bir araya gelince sporda ibre o yöne mi kayıyor? Kaymakamı bulup sormak gerek, hiç Uzakdoğu sporlarına ilgi duymuş mu? Anne tavşanın bu işlerle uğraşmadığından eminsin. Gri tavşan zaten saklanıyor, ondan cevap almak zor. Çok eğleniyorsun, bir canlılık geliyor zihnine. Sihirli şapkadan yeni çıkacakları görmek için bakmaya devam ediyorsun ekrana. Üvey babası tarafından öldürülen küçük kızı görünceye kadar, bütün tavşanlar neşeyle ortaya çıkıp kaçışıyorlar. Sadece o. Şapkanın dibinde, astara takılmış sana bakıyor. Yedi yaşında, ölü, yavru bir tavşan gibi. Fotoğrafı yok. Annesi, dört yaşındaki öz kardeşi, iki yaşında ve yedi aylık üvey kardeşleriyle beraber boğularak öldürülen “Aynı aileden beş kişi” içinde, sadece bir rakam olarak geçmiş kayıtlara. Haber 2006 yılına ait. Yaşasa şimdi onyedi yaşında olacakmış demek ki. O kadar ağır ki okudukların çöküp kalıyorsun. Üvey babanın psikolojik sorunları olduğu yazıyor haberde. Eşini imam nikâhlı iken zaten dövüyormuş. Kadın dayaklardan kaçıp ailesine sığındığında, üvey baba silahla evi basmış. 46 saat rehin almış evdekileri. Araya giren kaymakamın pazarlığı ile sağ salim kurtarılmışlar. Sonra jandarma karakolunda resmi nikâh kıyılmış. Şahitler o bölgede görevli bir hemşire ve bir jandarma astsubayı. Neden? Neden kimsenin aklına “Bir dakika! Geçmişinde on gün hastanede yattı diye tedavi olmuş sayılamaz bu adam. Karısını sürekli dövüyor, silahla tehdit ediyor. Evde dört tane çocuk var. Önce tedavisi tamamlanmalı. Akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayan, etrafına zarar verdiği rapor edilmiş biri sağlıklı bir baba olamaz. ” demek gelmedi? Nikâhtaki tek fotoğrafta bunları sorabileceğin kimse görünmüyor. Sadece iki kişi var fotoğrafta. Genç kadın omuzlarını büzmüş, biraz sonra resmi makamlarca karısı ilan edilecek olduğu adama değmemeye çalışarak ağlıyor. Adamın bakışı ciddi bir rahatsızlığı olduğunun işareti adeta. Gözlerin doluyor birden. O minik kızdan otuz yıl önce doğmuş, kırk yıl fazla yaşamış birisin. Onun gibi sen de köyde büyüdün. Belki, uzak coğrafyalarda, bambaşka bir zaman diliminde, aynı oyunları oynadınız. Aynı temrelenmiş elma yanaklarla tarlalarda koşturup, ağaçlara tırmandınız. Ama o kadar. Sen onun yaşındayken öldürülmekten değil, ölümden korkuyordun olsa olsa. Sadece çok yaşlı olanların öldüğü bir köyde büyürken, ne kadar az fikrin vardı aslında ölüm hakkında. O, dışarıdan çağlayarak gelir, dikkat etmezsen saralı Nurettin gibi içine düşerdin.Yosunlar ayaklarına dolanarak yardım ederlerdi efendilerine. Sonra şişmiş olurdun sudan çıkarıldığında. Çekilirken canın, derinin altına dolup, seni uçamayıp gömülen bir balona çevirirdi. Ölüm çok uzun süre böyle kaldı aklında. Köyün samanlıktan bozma sinemasında bir insanın ötekini öldürdüğü filmler izledin sonra. Eve giderken karanlık yollardan, ürpererek geçtin ama evden korkmadın hiç. Ev seni koruyanların olduğu en güvenli yerdi. Baban geliyor aklına. Hatırlıyorsun o yıllarda çok öfkeli hep. Ama yine hatırlıyorsun, çok çalışıyor baban. Kızacağını biliyorsun bir sürü şeye ama öldüreceğini hiç düşünmüyorsun en koyu yaramazlıklarında bile. Oysa boynun ince. Kırılabilir çıt diye ve bir sobalık odun canın. Yakmak isteseler, ölün de öyle. Senin küçük sıyrıklarla geçtiğin yaşta takılıp kalmış, o minicik kız. Atlayıp geçememiş sekize, izin vermemiş üvey babasının eli. Alıp verebilseydin o kızı da keşke babana. Diyebilseydin -Baba bak! Bu da benim adımda. Soyadı da aynı seninki gibi. Bu da çocuk. Sen kızarsın ama öldürmezsin. Sen büyüt onu da…