Bulunduğu sayı belirtilmemiş. Hasibe Özdemir
Uzaktan Bakan Biri
Az kalsın takılıp düşüyordu. Ayağının dibindeki yığının ne olduğunu anladığında korkuyla geri çekildi. Hayvanı sabah aynı yerde gördüğünde ürkmemişti oysa. Birileri var mı diye etrafı şöyle bir taramış; kimseyi göremeyince, işe kestirmeden gitmek için kullandığı eski mezarlıkla mandalina bahçesinin duvarı arasındaki toprak yolu “Olay mahalli” gibi merakla incelemeye başlamıştı. Fren izleri metrelerce sürüyordu. “Kaçla gidiyordu bu şerefsiz?” diye söylenip, polisiye filmlerdeki havalı dedektifler gibi yarısı kan, kalanı çamura bulanmış kirli beyaz kürke biraz daha yaklaşmıştı. O dalgınlıkla bahçe duvarına bitişik iki katlı evin tozlu pencerelerinden birinin açıldığını duymamıştı bile. “Elinde telefonun var, arasana belediyeyi.” İhtiyar adamın kavgaya hazır yüzü kirden rengi anlaşılamayan perdelerin arasından ona bakıyordu. Dönüp “Yapılacak bir şey yok, Ölü bu.” demişti kendinden emin. “Nereden anladın, baytar mısın sen?” Adamın sesi sertti. Faruk Bey babasından alışık olduğu bu vurguya kızsa da saygıyı elden bırakmadan “ Baytar olmak gerekmez, bak buradan bile belli” diyerek yerdeki yığına eğilmişti. Köpeğin yukarıda kalan gözü açıktı. Kendisini “meraklı” sınıfından “sorumlu” kısma terfi ettiriveren ince bir inleme sesi gelmese “Hadi eyvallah” deyip kurtulacaktı ne güzel. Ama adam “Yaşıyor işte, yap bir şeyler” deyip durmuştu ısrarla. “ Ne anlarım amca ben ilk yardımdan?” diye söylendi önce. Doğruydu. Yaşı kırkı geçmesine rağmen yaralı parmağı sarmışlığı yoktu gerçekten. Kâğıt üstünde bir şeyler biliyordu gerçi, kanama için ne yapılır, yaralı nasıl taşınır falan. Gücü kuvveti de yerindeydi şükür ama böyle bir durumla sınanmak en büyük korkularından biriydi. Acı yüktü nihayetinde. Çekenlere yardım için ucundan tutmuşluğu olmamıştı bugüne kadar.“İçim almıyor” bahanesiyle haberleri bir çırpıda geçer, kavgayı ayırmaz, yere düşeni kaldırmazdı. İşin doğrusu; meraktan, yani öylesine durup baktığı şey için oraya buraya telefon edip, birilerine laf anlatmayacak kadar tembel biriydi. Ancak yüzleştirilirse utandıran bu huyu, üstünü örttüğü bahanelerle semirip iyice hımbıllaşmıştı. Bazen de -çok sıkışırsa elbette- söylenerek harekete geçtiği olurdu. Bu devinim eleştirinin kimden geldiğiyle ilgiliydi biraz. Sabah sabah yaralı bir köpek için sorumluluk almasını isteyen yoksul kılıklı bir ihtiyarın itelemesiyle olacak şey değildi yani. Yine de umursamaz görünmeyi ayıp sayarak-nihayetinde yaşlılara saygılı bulurdu kendini- “Tamam amca arıyorum ben şimdi görevlileri” diyerek telefonunu çıkarmış; konuşuyor numarasıyla uzaklaşmıştı. Yol boyu “Bu saatte kimi bulacağım, hadi buldum, ciddiye alacakları ne malum?” diye bir iki söylendi. Düpedüz kandırmıştı adamı ama bir sürü neden sayabilirdi yaptığı şeyi açıklayacak. Asansörün kapısını kapatırken “ Bir ben mi varım kardeşim, nedir yani?” diyerek konuyu noktaladı. Yalan söylediği kısmı görmezden gelip, azıcık başını gösteren vicdanının dikenlenen seyrek saçlarını okşayarak yatıştırdı. Gün bitmeden nasıl olsa birilerinin hayvanı görüp yardım çağıracağına, ihtiyar adamın da onu çoktan unutacağına güvenip, o tatsız sahneyi zihninden siliverdi. Ama köpek öğlen de aynı yerdeydi. Rüzgâr kanlı kuyruğunu kaybedilmiş bir savaşın bayrağı gibi düştüğü yerde dalgalandırıyor; esintiyle birlikte havalanan ince bir toz tabakası, tüp geçide benzeyen yaklaşık beş yüz metrelik toprak yolun iki tarafında yükselen duvarlara çarpıp tekrar yere iniyordu. Evin olduğu yere doğru kaçamak bir bakış atıp uzaklaşmaya hazırlanırken, ihtiyar adam pusudan fırlamış tazı gibi arkasında belirip “Seni mi gönderdiler?” diye seslendi. “Kim ?” “Belediye diyorum, seni mi gönderdi?” Faruk beyin bakışı bomboş görünmüş olmalı ki, adam biraz daha yaklaşıp “Sabah sana benzeyen vicdanlı bir insan evladı “Telefon ediyorum ben” demişti. İnanmamıştım ama sözünün eriymiş demek ki.” Cin gibi iki göz üzerine dikilmiş, delici bakışlarla nereden tanıdığını çıkarmaya çalışır gibiydi. Faruk beyin yuvarlak yüzü kıpkırmızı oldu. Sessizlik biraz daha uzasa yaptığı şeyi itiraf etmekten korkup “Beni gönderdiler ama zaten ölmüş bu amca, yapacak bir şey yok” sözleri dökülüverdi ağzından. “Kutlarım, biraz daha bekleseydiniz benim cenazemle beraber kaldırırdınız ” diye karşılık verdi ihtiyar. Kızgın değil alay eder gibiydi sesi. Yan yana konuşmadan durdular bir süre. Adam, gözleri köpek ölüsünde anlaşılmayan bir şeyler mırıldandı. Faruk Bey sorgulayan bakışlar üzerinden çekildiği için rahat bir nefes aldı. “Yapacak bir şey yok diyorsun yani.” “Yok. Ben duruma bakıp araba isteyecektim ama gerek kalmadı.” Demek ki en zor kısım ilk yalandı. Sanki “Köpeğin Ölümü” adlı oyunda iki role birden çıkan oyuncu gibi rahat olmasına kendi bile şaştı. “ Bari tutup alıver kenara, yazıktır durmasın yol ortasında” Bunu hiç hesaba katmamıştı işte. İhtiyar sabahki yalanını yüzüne vuran bir duvar gibi yolu kapamasa oyundan aldığı keyfi de unutup arkasına bakmadan uzaklaşırdı. Kımıldayamıyordu bir türlü. Tek seyircisinin varlığıyla daha da ağırlaşan köpeğe bakıp “Bir metre sürüklesem yeter” diye düşündü. Sonra bağlantısının neresi olduğunu göremediği kuyruğun yarı yolda elinde kalıp ödünü kopartması ihtimaliyle içi bulandı. Koltukaltı çantasından dört ıslak mendil çıkardı, seyircisinin bakışları altında hayvanın ölüsünü mezarlık duvarının dibine çekti. Ellerini birkaç kez silerken oynadığı role yeniden dönmüştü. “Benim işim buraya kadar amca, yarın arkadaşlar gelip alırlar hayvanı” İhtiyar her şeyi en ince ayrıntısına kadar kaydeden ışıltılı gözlerini Faruk Bey’e dikip “Bir telefon da bunun için edersin artık, ha evlat?” dedi. Uzaktan bakan biri gülümsediğini bile söyleyebilirdi.