KASIM2016 Hasibe Özdemir
Ya Şu Ya Da Bu
Banyodan çıktığımda burun buruna geldik. Tam yanından geçerken “Hiç iyi görünmüyorsun sen,” dedi. Cevap vermedim. Koridor boyunca sesi peşimdeydi. Odamın kapısını örttüğümde hala söyleniyordu ya şu olmuştur ya da bu diye. Ruh halimi anlama becerisi içgüdüsel sanırım. Nedenleri çözme konusunda ise düpedüz yeteneksiz. Karşıma hep “Ya şu, ya da bu” diyerek çıkıyor. Bunu yapmayı seviyor, her şeyi iki ile sınırlamayı yani. Başıma gelenler üçüncü bir şıkkı hak etmeyecek kadar sıradan mı, yoksa annemin hayal gücü güdük mü biraz bilmiyorum. Belki bunun cevabı da “Ya şu, ya da bu” dur. Anlattığım kadar umursamıyorum aslında. Eskidendi “Öyle değil böyle” diyerek didişmek. Ne karşı geliyorum, ne de açıklama yapıyorum. Sebep kırık kalbimse hele, tek kelime alamıyor artık ağzımdan. O da, ikiye ayırıp sabitlediği fikrini hemen paylaşmak yerine, benimle birlikte susmayı deniyor önce. Sessizliğimiz uzarsa, gözündeki bilmiş ışıltı, kaldırdığı parmağı görülmeyen öğrenciler gibi sönüyor yavaşça. Dudaklarını büzüp kitabına geri döndüğünde “Başını sağa doğru eğerse birinci, sola doğru eğerse ikinci seçeneğe karar verecek” diyorum. Kısacık bir süre oyalanıyorum. Keyif bile alıyorum bazen. Sonra o da geçiyor. Kaldığım yerden sıkılmaya devam ediyorum. Bu evin kapısından neşeyle girdiğim anlar da oldu elbette. Çok eskiden yani. Şimdi ayrıntılarını unuttuğum çocuksu zaferlerimi bir iki soruyla elimden alır, kırıntılardan oluşmuş mutluluğumu oracıkta yağmalardı. Kötü değildi, sadece öyleydi. Babasızlık acısıyla sokulduğum o yıllarda bile, kilitli bir ilkyardım çantasından başka bir şey değildi annem. Herkesle konuştuğum konular değil bunlar. Bu yüzden bir tahminim yok, annemden kaç tane daha vardır çevrede. Ben benzemiyorum kendisine, onu söyleyebilirim sadece. “Babama çekmişim” desem, kanıtlayacak kadar malzeme de yok elimde. İkimize ait olduğunu sandığım üç beş görüntü, anneminkilerin altında ezilip gitti çoktan. Ne zaman aklıma bir şey geldiğini sansam, hepsini yanlış hatırladığımı iddia edip, “Çadırı baban değil dayın kurmuştu, tekne turuna dedenle çıkmıştın, bisiklet kullanmayı ondan değil benden öğrendin” düzeltmelerini yapmadan susmuyor. Böyle zamanlarda karıncayiyene benzetiyorum onu. Burnunu geçmişin nemli toprağına sokup, ne varsa çekip alıyor. Bazen de “yok,” diyorum, sadece kalıntıları ve kökleri dişleyerek bu kadar güçlü kalmak bir karıncayiyenin harcı olamaz, hayır. Ondaki talan etme becerisi çok daha nadir türlere yakışır cinsten. Belki kanatları içine kaçmış bir sürüngendir annem. Yırtıcı olma ihtimalini seçeneklere eklemeliyim. Karşısındakini tek cümleyle budayıveren, ölü ya da diri herkes için aynı keskinlikte parlayan sivri dilini de unutmamak gerek. “Aygır kılıklı” diyor, futbol oynayan fotoğraflarına bakarken babamın. Dans ederken olanı “zevzek”, gülerken olanı “yılışık”. Ağzını her açışında, babam bir türlü ete kemiğe bürünemeyen, gittikçe eksilen, budanmış birine dönüşüyor. Sağlıklı halini hayal meyal hatırladığım adam, hastalık renkleriyle zihnime altı yaşında yerleşmişti zaten. Kemoterapi seanslarından eve her dönüşlerinde, annemin “ kalkma sakın” dediği o koltukta, kucağımda boyama kitabıyla oturup, sekiz ay boyunca onun sarıdan yeşile dönüşmesini izledim. Sonra? Sonra işte unutmak istediğim o görüntüler çoğaltıldı, çerçeveletilip salonun dört yanına serpiştirildi. Babam her karede biraz daha küçülerek, ışığı azalan gözleriyle duvarlardan bize bakmaya devam ediyor hala. Hastalığının çizelgesine benzeyen o fotoğrafları sağlıklı olanlarla değiştirmesi için yaptığım baskı işe yaramıyor, “Bunlar en çok kendisine benzeyenler” diye kestirip atıyor. O vakit dedektif titizliğiyle, ikisinin olduğu fotoğrafları yeniden inceliyorum. Birbirlerine bakışlarına odaklanıyorum en çok. Annemin yüzünde canlı bir merak, yeni tanıdığı birini inceler gibi, hani neredeyse neşeli. Serum kementleriyle eve bağlanmış uçarı babamın, yuvası dışında başka bir yerde rahat edemeyen annemle baş başa geçirdiği en uzun süre o sekiz ay sanırım. Benim korkunç hatırladığım o dönem, annem için iki kişilik bir tatil olabilir mi? Bu yüzden mi neşeli? Yoksa halamın söylediği gibi, hastalanmasa evi terk edecek olan kocasına son anda oyun oynayan kadere mi gülüyor? Kafam iyice karışınca dönüp anneme başvuruyordum yine. Havadan sudan bir konuyu “babamı hiç sevdin mi sen?” sorusuna dayandırıp, fotoğraflardaki o gülüşü anlamaya çalışıyordum. Her seferinde “Rica ederim saçma sapan sorularla gelme bana” diyordu o da. Önceleri daha çok bozuluyordum bu cevaba. Öğrencilerinden biri gibi ağzım yarı açık, kendisini karmaşık problemlere çeviren kadına bakıp kalıyordum. Onun gücüne, en doğru şeyi yaptığına ve yapmaya devam edeceğine olan inancına. Kabuklarımıza çekildiğimiz o anlarda evi terk etme planlarıma yenisi ekliyordum hemen. Birkaç gün kapı eşiğinde sürünüp, tekrar boşaltılacak çantamı hazırlarken “Bu kez tamam,” diyordum. Bu gece de aynı kararlılıkla topladığım valizimi odamdan çıkarırken “Yetti artık” diye geçiriyorum içimden. “Ya şimdi ya hiçbir zaman!” Arkadaşlarımı aradım, taksiyi bile çağırdım. Yine de salonda dikilmiş bekliyorum öylece. Çantama bana baktığından daha uzun bakıyor. “Gidiyorum,” diyorum. Sesim düşündüğümden tok, epey de kararlı geliyor kulağıma. “Bu kez gerçekten gidiyorum anne. Kemal’lerde kalacağım bir süre. Başımın çaresine bakarım, sen de bak, olur mu?” Parmağını okuduğu sayfaya koyup “Kanser olmuşum” diyor. “Gitmek istiyorsan sen bilirsin.” Kafam zonklamaya başlıyor birden. Hasta hücrelerle örülmüş dev bir duvara toslamış gibiyim. Ne yapacağımı bilemeden duruyorum öylece. Taksinin korna sesi geliyor dışarıdan. “İyileşince giderim o zaman,” diyorum başımı kaşırken. “İyileşeceksin, öyle değil mi?” “Saçmalama” diyor gözlerini kitabına çevirip. Hangi cümleme karşılık geliyor sözü bilmiyorum.