MART2017 Hasibe Özdemir
Enine bir dünyada Aysel
En uçtaki masada oturuyorlar. Adam hızlı hızlı konuşuyor, Aysel dinliyor. Röfleli dalgalarla çevrilmiş yüzü, duyduğu her sözcükle genişleyip, uzayan suskunlukla toplanan bir denizanasına benziyor. Masaya eğilse de kısalmıyor sanki aralarındaki mesafe. Dört yıl altı ay on sekiz gün boyunca; öperken, konuşurken, gülerken nefesini yüzünde hissettiği ağız, mağaranın karanlık girişi gibi yankılayıp duruyor ayrılık kelimelerini. Aysel anlayamıyor söylenenleri. Kafasının içinde bir rüzgar. Hem sığındığı, hem sırtlandığı baba evi, beş kuruş yardımını görmediği eski kocası, tek başına büyüttüğü oğlu, canını çıkarırcasına çalıştıran mağaza müdürü bir yana; kaçamak buluşmalar, unutulan doğum günleri, bekâr evleri, kimlerle paylaştığını bilemediği kirli yataklar diğer yana savruluyor tecrübe raflarından. Cevabı bulmak için kaldırıp, tekrar tekrar bakıyor dökülenlere. Daha dün “Senin gibi kadın bulunmaz” diyen adamın, onu böyle bırakıvermesini açıklayacak şey yok elinde. Bir sürü soru kuşu dudaklarının ipine dizilince, ürkütmekten korkup sımsıkı kapatıyor ağzını. “Görev bu gitmem gerek ama sana gel diyemem Aysel.” “Diyemez misin? Demez misin?” “Demem.” Sessizlik. Gülüşünden kalanlar yanaklarının tombulluğuna gömülüp izini kaybederken, başını kaldırıp adamın gözlerine bakıyor. Bir çift keski, gri ışıklar saçarak iniyor umudunun son dallarına. “Kırdım seni ama durum bu.” “Kırılmadım. Yok.” Telaşla toplanıyor Aysel. Eteği toplanıyor. Gökyüzü. Deniz kıyısı. Yan masalar. Kocaman bir top oluyor söylenenler. Adam ağzını her açtığında yükselip yüzünün cam perdesinde patlıyor top ardı ardına. Her şey dağılıp eski yerini alıyor sonra. Uzakta bir gemi, karşı kıyının insanlarını bu tarafa getiriyor. Rüzgâr deniz kokusunu. Bu buluşma, çoktan kararı verilmiş ayrılığı. “Bir çay daha alalım mı, içimiz ısınsın ha?” diyor adam. Ellerini ovuşturuyor. Konuşmanın en korktuğu kısmını frene basmadan geçmiş, her şeyi geride bırakmış olmanın rahatlığı var yüzünde. Aysel’in dili kırık bir kürek. Atıldığı çukurdan ulaşamıyor adama. Çıkmak için elini uzatsa buz gibi bir bakışa takılıyor. Sıcak bir şeyler iyi gelir sanıyor bu yüzden. Bir bardak çay mesela. “İçeyim bari. Ama sonra kalkayım.” “Biraz daha kal” demiyor adam. Başını sallayıp yaslanıyor geriye. Aysel hala soramıyor “Neden” diye. Anılarını kımıldatıp duruyor onun yerine. Birbirinin üstüne binmiş hallerine bakıyor geçmiş günlerin. Aklı karışıyor. Hangilerini yaşadı, hangilerini geçirdi içinden. Anılar da dura dura kendi anılarını yaratıyor, henüz bilmiyor bunu. “Evlenmeni istiyorum. Böyle sevgili falan, oyalanma artık.” Adam ısrarlı. Çekip gitse de, Aysel’in hayatında yokluğunun dışında bir şeyler olsun istiyor. Şimdiki zamanda olsun. Evlensin sonra isterse ölsün. İsterse ya da istemezse mutsuz olsun. Ama adı anılmasın yaşanacak kederde. Açtığı çukuru kuru sözlerle örtme çabası bu yüzden. Aysel’in eli midesinde. Böyle bırakılmanın acıdan çok bulantı yarattığını yeni öğreniyor. “İyiliğinin için söylüyorum biliyorsun, kadın başına…” “Biliyorum, sağ ol.” Susuyorlar. Adam uzaklara bakıyor, Aysel kırılan yeri ayaklarıymış gibi masanın altına. “Hâlâ arkadaşız, değil mi?” “Öyleyiz tabii.” “Kalkalım” diyor adam, Aysel onaylıyor. “Ayrılalım” diyor onaylıyor. Kendine çıkmayan yollar üzerinde, Aysel sürekli oyalanıyor. Karşısındakinin açıklama gayretini gördükçe utanıyor anlamamasından. Acıyor adama. Ağır bir yükü taşıyor gibi değişen yüz çizgilerini izliyor. Bavulun bir ucundan tutmak istiyor. İçinde kendi cesedi. Adam kabalığına tezat nasıl da incelmiş görünüyor gözüne. İp gibi. İğne gibi. Boyuna çizgili bir gömlek. Boyuna çizgili kaslar. Uzun. Gidebilir. Yürüyebilir uzun süre. Bavul taşıyabilir. Adamın yanında enine bir dünyada Aysel. Enine dilimlenmiş. Her dilimin arasına yapılacaklar yerleştirilmiş. Hazmedilip sabredilecekler. Öyle ağır ki şimdi Aysel, sandalye esniyor altında yaşlı bir eşek gibi. Sandalye plastik. Boyuna çizgilerle dilimli. Işık geçiyor içinden. Aysel çökmeseydi üzerine, sandalye de belki uçacaktı adamla birlikte. Adam önde, sandalye peşinde. Aysel yerde. Olduğu yerde. “Seni şuradan bindirsem? İyice geciktim çünkü.” Titreyip duran belediye otobüsünün camından bakarken, kim gitti kim kaldı karışıyor aklı. Eli cama yapışmış, gözü adama. Adamın gözü çoktan gideceği yolda. Veda bir şeyi paylaşanlar arasında oluyor belli ki. Açılmış eli havada şimdi. Huzursuz bir kuş gibi. Adamın sıkıntısı yok. Aysel konmadı, kırmadı. Dal sarktı, Aysel kalktı…
E-DERGİ İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Eylül/Ekim 2025 sayısında neler vardı göz atın!
AYIN MEKANLARI GÜL KEBAP

İşte istisna mekânlardan biridir Gül Kebap... Kuruluş tarihi 1949. Gül Kebap’ın özelliği sadece “iyi köfte” yapıyor olması değil. Gül Kebap yetmiş altı yıldır aynı yerde ve dördüncü kuşağın yönetiminde. “Sefer tası” misali üç katlı daracık mekânında müdavimlerinin vazgeçemediği adres. Hayranlık uyandıracak bir çaba değil midir bu? İşini, kalitesini koruyarak yapan tam bir aile işletmesi… Kurucu Mehmet Ali Gülgeze, Girit’in üçüncü büyük şehri Resmo’dan İzmir’e göçle gelmiş. Çanakkale’de savaşmış. Bayrağı, ikinci kuşak oğulları Mustafa ve Muhsin Gülgeze devralmış… Ardından torun Hüsnü Gülgeze. Ve bugün dördüncü kuşak Hüsnü’nün oğlu Burak Muhsin işin başında. “Bir Kemeraltı klasiği” olarak Gül Kebap, esnaf lokantası köfteciliğini ilk günden bugüne değişmeyen formül ve sunum geleneğiyle tavizsiz sürdürüyor.

FİLİBELİ HAN

Filibeli Han Eski İzmirlilerin hatıralarındaki Şükran Oteli, özenli bir yenileme süreci sonrasında sahiplerinin soyadını alan "Filibeli Han" Kemeraltı Çarşısı'nın yeni cazibe merkezi olarak hizmete açıldı. Günümüz ihtiyaçlarına uygun yiyecek içecek mekanlarının yer aldığı Filibeli Han'ın üst katı da keşke çeşitli el sanatları üretiminin yapıldığı atölyelere açılsa... Bizim dikkatimizden kaçmış olabilir ama binanın kısa bir tarihinin yabancı dilleri de kapsayacak şekilde bir köşede yer alması çok doğru olurdu diye düşünüyoruz.

BOŞNAKYA

Boşnakya Filibeli Han'ın yan sokağa açılan çıkışında sevimli olduğu kadar lezzetli ürünler sunan "Boşnakya" isimli bir mekan var. Kıymalı Boşnak böreği, peynirli, patatesli ve patlıcanlı börekler, yaprak sarma ve haşhaşlı börek gibi lezzetlerin ağız sulandırdığı mekanda demli bir çay veya reyhan şerbeti yanında poğaçalar ve harika tatlılar deneyebilirsiniz.Antakya'nın çıtır kabak ve kömbesi, bougatsa Selanik tatlısı, medovik Rus pastası, triliçe tatlıları sizi bekliyor. Cuma günleri menüye mantı da ekleniyor. Boşnakya'ya uğramayı ihmal etmeyin.