ARALIK2017 Metin Rodop
Düşler ülkesine yolculuk
Alessandro Marcello’nun Obua konçertosunu dinlerken notalar arasındaki sessizliğin uyumu ile ortaya çıkan melodinin yarattığı ilahi bir armoniden örülen bir başka sessizliğin kararlı ama sakin bir şekilde akışı, beni zihinsel bir gerçeklikten koparıp duyguların egemenliğinde, tüm kaygılardan ve korkulardan uzak masalsı bir dünyaya götürüyor. Her şeye geç kaldığımı hissettiğim dokunaklı bir anın esintisi yüzümü denizden gelen yumuşak ve sıcak bir meltem gibi yalarken arka planda çalan müziğin akışı bir an için kesilecek olsa sanki evrenin tüm kötülükleri peşime düşecek ve lanetlenecekmişim gibi geliyor. Ama sessizliğin yarattığı o kutsal ve efsanevi melodi hiç kesilmiyor. Kimbilir belki de bu benim ödülümdür dediğim anlarda, nereden geldiğini kestiremediğim bir ses “ doğada ödül ya da ceza yoktur sadece sonuç vardır “ diye fısıldıyor. Sonrasında ise “Artık hiç bir şey olmuyor ki yaşamımda” diyerek bazen ölüm provası yaptığını söyleyen çok yaşlı ve bilge ihtiyarın sözlerini hatırladığımda ise “yaşlılık ölümden de beterdir” diyen Sofokles haklı olmalı diye düşünüyorum. Şimdi ise obua denen bu müzik aletinin sesinden neden bu kadar çok hoşlandığımı merak ediyorum. Aslında sevdiğim müzik aletleri sadece obua değil elbette ama sanıyorum obua ile çalınan herhangi bir eserin yansıttığı hüznü algılamak daha keyifli oluyor. Üstelik melankolide yaşanan bu hüznün yarattığı mutluluğu da biraz garip buluyorum. Bununla birlikte tamamen kaybolduğum izlenimi veren şaşkın halde uyandığım her günün sabahında gündelik hayatın sıradan ve olağan objeleri ile dekore edilmiş ve silik bir karmaşanın egemen olduğu hayatımda bu sesin beni daha da yaratıcı bir hale getirdiği de belli. Barok dönem eserlerinden neden bu kadar keyif aldığımı hala anlamaya çalışıyorum. Ancak hissettiğim bir başka şey ise Marcello’nun yanısıra Corelli’nin, Albinoni,Teleman ,Scarlatti veya Vivaldi’nin eserlerini dinlerken anlam veremediğim bu duygusal ve zihinsel gelgitlerin beni bir zamanlar o zamanki adı Konstantinopolis olan İstanbul’da, bugün Beyoğlu olarak bilinen Pera semtinde bozuk bir saatin parçasını aramaya çıktığım bir zaman dilimine götürüyor . Ancak sanıyorum bu bir düş olmalıydı ancak bu kadar gerçekçi olması da ürkütücüydü. Belki de Amerikalı şair Edgar Alan Poe’nun söylediği gibi tüm gördüklerimiz ya da görülen her şey rüya içinde bir rüyadan ibaretti. Bu oldukça gerçekçi panorama içinde Galata’dan deniz kıyısına doğru hızlı adımlarla inerken bulmuştum kendimi ve tam o esnada karşıdan bu kez ters yönde yürüyen 30 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim genç ve güzel bir kadınla yeniden karşılaştığımız anı da hatırlatıyorum. Onu daha öncede “at meydanı” dediğimiz yerde kurulan Pazar alanında görmüştüm. Beğendiği bir kolyeyi almak isterken dilini bilmediği Osmanlı bir satıcı ile pazarlık yapmaya çalışırken ben de ona yardımcı olmuştum.Konuşmamız biraz uzayınca biraz daha özel konulara bile girmiştik. Kocası ile hiç mutlu olamadığından söz etmişti ama ayrılmak üzere olduklarını daha sonra öğrenecektim. Arestea, bana Venedik’te öğretmenlik yapan bir adamın kızı olduğundan söz etti .Babası da bir süre Osmanlı’ sarayında Latince öğretmenliği yapmış, şimdi çalışamayacak kadar yaşlanmış. Benim nereli olduğumu sorduğunda ise ailemin ortadoksc kökenli olduğu için Anadolu’dan Balkanlara gönderilen Türklerden olduğunu söyledim ona. Kimbilir orada yıllar içinde nasıl bir hayatları olmuştu ve ben bugün Osmanlı kimliği içinde Roma imparatorluğundan miras kalmış bir coğrafyada onunla karşılaşmamın bir anlamı olup olmadığını sorguluyordum. Osmanlı Sarayında saat tamiri yapan Isac Rousseau’nun yardımcısı olarak çalışmak Arestea’ya ilginç gelmişti. Bu arada hatırladığım bir başka şey ise 1707 yılının sıcak bir ayı olmalıydı, bunu hatırlamamın nedeni ise bu gizemli kadına duyduğum çok güçlü duygular olsa gerek. Daha sonra ondan aldığım bilgiler karşısında benimde ona bazı bilgiler vermem gerektiğini düşünerek konuşmamı sürdürdüm. Bu saat tamircisinin 1705 yılında İstanbul’a geldiğini ve saraydaki saat tamiri işlerinden sorumlu olduğunu ve Pera’da gezinirken buralarda tamamen tesadüf sonucu ona kiralık ev bulmasına yardımcı olduğumdan söz ettim. Onunla ilk karşılaşmamız böyle olmuştu ve sonrasında bana yardımcısı olup olamayacağımı sormuş; bende saat işinden pek anlamam dediysem de öğrenmek için hala şansım olduğunu ve hiç olmazsa bazı konularda sağ kolu olabileceğimi söyleyince ben de bu teklifi kabul ettiğimi söyledim. O zamanlar adımın ne olduğunu bilemiyorum ama İtalyanca ve Fransızcayı nasıl çok iyi düzeyde konuştuğumu bilmiyorum. Bunun pek bir önemi olduğunu da sanmıyorum ama durumun gizemine oldukça uygun bir durumda olduğum çok açıktı. O zamanlar Osmanlı Padişahı III.Ahmet henüz 36 yaşında ve tahta çıkalı sadece 4 yıl olmuştu ve bu tarihten sonra daha 23 yıl daha tahtta kalacaktı .Isac biraz saf ama eğitimli bir adamdı, serüven dolu bir ruhu vardı, bu da zaten burada olmasından belli değil miydi ?.Onu özel yapan bir başka özelliği ise Fransız Devrimine ilham kaynağı olan yazar ve filozof Jean Jacques Rosusseau’nun da babası olmasıydı. Söz obua’dan açılmışken şimdi çalan melodiler artık duyulmuyor. Hayat yeniden siyah beyaz bir hale döndü,her şeyin rengi yok oldu ve birden bir esen yel gibi geçen gençlik yıllarından sonra yaşlılığın fırtınalı bir kış gibi gelmesine benzer bir halde kasvetli ve sefil bir havada buldum kendimi. Buna dayanmak zordu,üstelik Arestea’yı özlemiştim,onu görmek için sabırsızlanıyordum ve o yüzden müzik aşkın gıdasıysa çalın onu “ diyen Ünlü oyun yazarı Shakespeare’e hak vermiştim.Ve müzik yeniden başladı ve böylece her şey tekrar eski haline döndü. Çünkü çalan bu barok dönemi eserleri bitince ben yeniden bugüne dönmüş oldum ve dediğim gibi evrenin kötülüklerinden kaçıp lanetlenmeden yeniden bazı melodilerin zihnimde yankılanması gerekiyordu. Şimdi Tomaso Albino’nun 7 numaralı Obua konçertosunu dinlerken ölüm provası yapan bilge ihtiyar gördüğü bir rüyayı bana anlatmak istedi. Zaten gözleri iyi görmüyordu ve gök kuşağının renklerine benzer renk dalgalanmalarından söz ediyordu ama bu bir sorun değildi çünkü çok renkli bir dünyada yaşadığını düşünüyordu ve sürekli dinlediği el radyosunda sürekli çeşitli zamanlara ait klasik müzik eserleri çalardı .O da böylece müziğin ritminde başka bir zaman diliminde şarap ve eğlencenin Tanrısı Dionysos ile beraber şarabını yudumlardı ve Frigya kralı Midas gibi Dionoysos onun tuttuğu her şeyi altına çevirmedi ama gül bahçesinde yaşarken sevdiği her şey altına döndüğünde pişman olan Midas gibi kutsal ırmağın sularında yıkanmak zorunda da kalmamıştı. Sakin, iddiasız ama huzurlu bir hayatı vardı. Ama düşlerinde hiçte öyle olmamıştı çünkü anlattığı şeylere bakılırsa 1575 yılında İtalya’dan İspanya’ya dönerken bindiği gemi Osmanlı korsanları tarafından ele geçirilince esir düşmüş ve Cezayir’e götürülmüş ve 1580 yılına kadar orada yaşamış. Bu bilge ihtiyar o gemide neden bulunduğu konusunda ayrıntılara girmeden önce adının orada Rodrigo De Cervantes olduğunu söyledi. Bu soyadı bana hiç yabancı gelmemişti ve anlaşıldı ki Sol adlı kadırgada bulunan Rodrigo , yani ölüm provası yapan bilge ihtiyar orada ünlü İspanyol yazar Miguel De Cervantes’in kardeşiydi.Doğrusu benim veya Rodrigo’nun ya da Miguel’in hatta Venedikli öğretmenin kızı olan Arestea’nın yaşadığımız bu yıllarda değil de o yüzyıllarda orada olmamamız için hiçbir mantıklı açıklama yapamazdım. Bu esnada Arestea’nın 1707 yılında 30’ lu yaşlarında olduğunu kabul edersek onun doğmasına 102 yıl daha vardı diyebiliriz ama birbirimizle tarihin hangi aralıklarında kimbilir kac kez karşılaşmış olmalıydık. Çünkü ben 1700 lü yıllarda Topkapı Sarayında Isac Rousseau’nun yardımcısı iken tanıdığım o esrarengiz sevgilinin varlığından bu zaman diliminde Rodrigo da bahsetmişti. Çok güzel bir kız olduğundan söz etmiş ve Miguel ile beraber aynı gemide esirken gizlice yanına yaklaşıp ona bazı sorular sormuş ve yüzyıl sonra da olsa karşılaşacağı o adamı aradığını söylemiş. Galiba bugün o diyarda adı Peony olarak ama bilinen yüzyıllar sonra başka bir kıtada şair olacak Poe’nun sözünü ettiği rüya içinde başka bir rüyanın kahramanı olduğunu o da bilmiyordu. Ben Rodrigo ‘ya yani bilge ihtiyara Osmanlılara nasıl esir düştüklerini anlatmasını istedim O da sıklımazsam bunu seve seve anlatacağını söyledi. Miguel kardeşi Rodrigo ile birlikte cerrah olan babasının alacaklılarından kurtulmak için sık sık yer değiştirdiklerini, bu yüzden iyi bir eğitim alamadıklarından söz etmiş.Ancak Miguel 1569 yıllarında 22 yaşındayken İtalya’da olmalarının nedenini açıklarken Miguel’in İspanya’da bir düelloda birisini kılıçla ağır şekilde yaraladığı için hakkında tutuklama kararı verildiğini ve gıyabında yapılan mahkemede halk önünde sağ kolunun kesilmesine karar verildiği için buraya yani İtalya’ya kaçmak zorunda kalmış. Bu anlatılanları dinlerken Tomaso Albinoni’nin adagio formatında Re minör obua konçertosu duyuluyordu ve yaşamımızda eksik olan şeylerden birisinin her zaman arka planda o anlardaki konuma uygun bir bestenin çalmaması olduğuna inanırdım ama işte şimdi böyle harika bir beste eşliğinde yaşamımız akıp giderken bu düşler ülkesinde görülen başka bir rüyanın kahramanları olmak ne kadar fantastik ve büyüleyici geliyordu bana. Aresta yaşıyordu ve oralarda yani Miguel ve Rodrigo’nun bindiği Sol adlı gemide beni arıyordu nitekim İstanbul’da karşılaştığımızda da bana hayatı boyunca benim bir gün geleceğine inandığnı söylemişti ve ben bu yüzden yeni zamanlardan hatırladığım Oscar Wilde adlı bir İrlandalı oyun yazarının “aşkın gizemi ölümün gizeminden de büyüktür “ sözüne bu yüzden eskisinden daha da çok inanıyordum. Evet, belki bizde olağanüstü güzellikte duygular uyandıran işte bu belirsizlik olmalı.Tüm sahip olduğumuz bu umut ve bekleyiş olmalı.Aşkı çekici yapan bu belirsizlik içinde belki de bu yüzden Arestea benden sürekli mektup yazmamı istemişti. Bir an için bile başka bir yerde olsam bu mektubu yazmamı ısrarla istemişti. Buna o zamanlar bir anlam verememiştim ama bugün Rodrigo’nun anlattıklarını dinlerken bunun nedenini anlamıştım çünkü sonsuz evrende kaybolan ruhlarımız birbirinden haber almak istiyordu.O mektubu yazacağıma dair ona söz vermiştim. Belki başka bir anda o mektubun içeriğinden söz etme şansım olur ama şimdi Rodrigo’nun anlattıklarına odaklanmalıyız. Çünkü Marcello’nun Re minör Obua konçertosu yeniden yankılanmaya başladı ve devamında Johann Sebastian Bach’ın obua konçertolarından bir demet bestenin istilası ile ortam daha ayrıcalıklı bir konuma gelmişti bile. Mutluluk dediğimiz şey de bu olsa gerek, yani böyle güzel anların toplamı ya da bir çeşit psikolojik ve moral zenginlik denilen zihinsel bir durum .İşte öyle güzel bir andı. Rodrigo kardeşi Miguel De Cervantes’ in 1571 yılında Haçlı donanmasına bağlı Marquesa adlı İspanyol kadırgasında Osmanlılarla yapılan İnebahtı Deniz Savaşında göğsünden ve kolundan yaralandığını ancak bu savaşın Hristiyanlar arasında çok önemi olduğunu çünkü Türklerin denizde yenilemeyeceğine olan inancın böylece yıkıldığını söylemişti. Bu savaştan sonra Don Kişot adlı büyük eserin yazarı Miguel De Cervantes bir süre için Mesina’ya dinlenmeye gitmiş ama sonrasında yeniden donanmaya katılıp bazı savaşlarda yer almış ama belki de çolak olduğu için beklediği yüzbaşılık rütbesi verilmeyince ordudan ayrılmak istemiş. Böylece kendisi gibi aynı zamanlarda savaşlara katılmış kardeşi Rodrigo ile beraber Sol adlı gemi ile 1575 yılında Napoli’den İspanya’ya doğru yola çıkmışlar ve ne olduysa işte o yılda olmuş ve ikisi birlikte daha önce belirttiği gibi esir düşmüşler ve Cezayir’e gönderilmişler. Miguel ‘in Deli Mami lakaplı birinin kölesi kendisinin de Ramazan paşa denilen Osmanlı Paşasının tutsağı olduğunu anlattı. Ben bu arada belki de çalan müziğin yarattığı romantik hava nedeniyle Arestea’yı sorma şansını yakaladım.Ona ne olduğunu bilmediğini çünkü belki Osmanlı sarayında Padişahın cariyelerinden biri olmak üzere İstanbul’a gönderilmiş olabileceğinden söz etti.Çünkü öyle güzel ve akıllı bir kadının büyük olasılıkla bu amaçla seçileceğini düşündüğünü ve benden bu yüzden umudu kesmemi söylerken şu mektup konusundan o da söz etti.Bana onun birisinden bir mektup beklediğini ama henüz gelmediğini ama tüm kalbi ile geleceğine inandığını ve yaşamında her ne olursa olsun o mektupla beraber özgür olacağından söz etti. İşte o anlarda kendimden nasıl utandığımı kelimelere dökemem çünkü onu çok sevmiştim ama o mektubu hala yazmamıştım.Bu çelişki nasıl açıklanabilirdi bilemiyorum ama şimdi bu mektubu beni ona ulaştıracağına olan inancım mitoljik bir efsaneye dönüşmüştü ve bu öyküde olmak üzere seçilmiş ve kutsanmış olmalıydım.Ama mektupların önemi sadece benim açımdan değil Cervantes kardeşler için de hayati bir öneme sahipti.Çünkü anlattığına göre yakalandıklarında Miguel’in üstünden çıkan ve Don Juan ve Avusturya Dükü Sesan tarafından Kral II.Felipe’ye yazılan tavsiye mektubu onun Osmanlılar’ın gözünde önemli bir şahsiyet olduğunu ve bu yüzden bunu değerlendirmek isteyen efendisi Deli Mami’nin 2000 altın kadar bir fidye istediğini anlattı ama Rodrigo’ya göre kendisi bir asilzade gibi görülebilirdi ama ne onun ne de ailemizin bu paraya bulamayacağını biliyorduk diye ekledi. Konuşmasına sürdürdü. Katalunya'dan fazla uzak bir yerde değildik ama zincire vurulmuş bir halde Cezayir'e getirilmiştik ve orada Miguel , Kral II. Felipe'nin başbakanı Mateo Vazquez'e gönderdiği mektubunda kendisini isterken çektiği sıkıntıları da anlatmıştı.Ailemiz bunun üzerine bütün malı mülkü ipotek edip bizi kurtarmak için seferber oldu ama toplanan para yeterli olmayınca sadece beni serbest bıraktılar.Ama annemiz Donya Leonor Kral’a bir başka mektup yazarak bazı meziyetleri olan kardeşimin fidyesininin ödenmesi için ondan yardım istedi ancak bu işler hemen sonuç verecek gibi gözükmüyordu ve bu esnada ben serbest kalmadan önce kardeşimle sürekli kaçma planları yapıyorduk ancak bu göründüğü kadar kolay değildi ve aşılması gereken çok engel vardı.Ben serbest kaldıktan sonra ise Miguel arkadaşları ile bir seferinde kaçma girişiminde bulunduğunda El dorador adlı bir dönmenin ihanetine uğramışlar ve yakalandıktan sonra Cezayirli Hasan Paşa onu 500 altın karşılığında Deli Mami’den satın almış ve onu zindana atmış. Kardeşim burada hayatı çekilir hale getirmek için her yolu denemiş ama bir gün gelip de özgürlüğüne kavuşacağına olan inancını hiç kaybetmediğini bana anlattı. Kardeşim bu yıllar içinde bir çok yere mektuplar yazdı, hatta yine bazı kaçma girişimleri olmuştu ama bir sonuç alamamıştı. Nihayet 1580 yılında yani esir düştükten tam 5 yıl sonra Cezayir’e gelen Teslis tarikatı rahipleri aralarında kardeşimin de bulunduğu 100 esiri fidyeleri ödeyerek kurtarmış ve böylece o da özgürlüğüne kavuşmuştu. İşte bu yüzden her şey olmasını istediğimiz şekilde değil de olması gerektiği şekilde oluyor .Çünkü kardeşim böylece orada yaşadıklarını yıllar sonra yazacağı eserlerde konu edebilme şansını yakalamıştı ve bu noktada şunu söylemem gerekir ki bazen ister dostuna yazdığın bir mektup ya da bir sevgiliden beklenen bir mektup olsun veya yazılan herhangi bir öykü ya da şiir olsun, yazılan her kelimenin tarihe düşülen bir not olduğu kadar ölüme karşı cesaretle direnmenin ve böylelikle sonsuzluğa uzanan yolda bizler için en büyük kanıtlardan biri olduğunu asla unutmamalısın diyerek ekledi Biliyor musun?, Mevlana ne demişti ? “Müzik Tanrı’nın dilidir.” Sonra radyosunu bir daha açmamak üzere kapattı ve o gece rüyamda bir bebeğin ağlamasını duyduğumda onun da son nefesini verdiğini de hissettim.Yüzüne baktığımda sanki” her şey ne saçmaydı” der gibi muzip bir fade vardı ve oralarda yüzyıllar içinde Peony olarak bilinen Edgar Alan Poe ‘nun şu dizeleri döküldü ağzımdan. Bir gün veya bir gecede-Gelecekte ve hiçlikte-Bu yüzden mi her şey biter?- Gördüğümüz yada göreceğimiz -Rüya içinde bir rüyaya döner.