HAZIRAN2018 Metin Rodop
Mary van Lennep
Batı dünyasında özellikle Osmanlı İmparatorluğundaki yaşam ve Osmanlılara ait bilgiler sınırlıydı; üstelik Doğu daima egzotizm ve erotizmle birlikte anılıyor ve mistik dünyanın merkezi kabul ediliyordu. Korku ve heyecan uyandıran Doğu dünyası özellikle Rönesans döneminde farklı konular arayan sanatçılar için farklı renk ve biçimlerin oluşturduğu bir düşler dünyasından ibaretti. 19. yüzyılda ise gerek tek başına gerekse eşleri ile birlikte İzmir’e gelen kadın gezginler oldukça fazladır. Henrietta Hamlin, Eliza Hamilton, Marian Postans Young, Henrietta Le Mesurier, Emelene Abbey Dunn ve birazdan öyküsünü ele alacağımız Mary van Lennep bunlardan bazılarıdır. Doğal olarak gezgin kadınlar da yaşadıklarını ve gözlemlerini kendi görüş açılarından aktarmışlardı, ancak eksik yanları da olsa bu gözlemlerin tarihçiler ve İzmirliler için önemli bilgi kaynakları olduklarını belirtmeliyiz. Yabancı gezginlerin İstanbul’dan sonra en çok ziyaret ettikleri kent İzmir’di. Oryantalizmin bir bilim dalı haline geldiği 19. yüzyıl, aynı zamanda çeşitli nedenlerle Doğuya seyahat edenlerin de sayıca arttığı bir dönemdir. Çeşitli amaçlarla çıkılan bu gezilerin önemli bir durağı da Akdeniz’in en önemli limanlarından biri olan Smyrna, yani İzmir kenti olmuştur. Yabancıların, başkent İstanbul’dan sonra en çok ziyaret ettikleri Osmanlı kenti olan İzmir, coğrafi konumu, iklim koşulları, halkın yaşam biçimi ve gelenekleri, antik kalıntıları, ticarî etkinliği, zengin tarım ürünleri, çarşı ve pazarları ile konuk yabancıların dikkatini çekmiş, kente dair yazılanlar içinde ilk vurgulanan ise kent halkının dinsel ve etnik çeşitliliği olmuştur. Kentteki bu renkli mozaik 1830’da İzmir’e gelen Fransız tarihçi Michaud tarafından "Babil Kulesi’nde de herhalde ancak bu kadar farklı dil konuşulabilirdi" sözleriyle dile getirilmiştir. İzmir, 17. yüzyılda küçük bir ticaret merkezi olmaktan çıkarak Doğu Akdeniz’in en önemli limanlarından biri olma yönünde hızla ilerlemiş, 18. yüzyılda imparatorluğun ikinci büyük kenti haline gelen İzmir’e çeşitli nedenlerle gelen yabancı ziyaretçilerin bir bölümü geride incelenmeye değer eserler bırakmışlardır. Bu kayıtların İzmir için erken tarihli örneklerinden biri de, Niğbolu Savaşı’nda (1396) Yıldırım Bayezid’e, daha sonra da Ankara Savaşı’nda (1402) Timur’a esir düşen Alman asilzadesi Johannes Schiltberger’e aittir. 1427’de esaretten kurtularak ülkesine döndükten sonra kaleme aldığı anılarında verdiği bazı bilgiler, üzerinden zaman geçmiş olması nedeniyle hatalı bulunmuş, tartışılmıştır. İlk kez 1469’da Augsburg’ta basılan kitapta Schiltberger, 1400’lerin sonlarında Anadolu’dan söz eden o dönemde başkent olan Bursa dışında Aydın, İzmir (metinde Ismira olarak geçiyor), Manisa, Denizli ve Saruhan’ı da gördüğü yerler arasında saymaktadır. İzmir’in kendini göstermeye başladığı 17. yüzyıla kadar, Kutsal Topraklara veya İstanbul’a gittiği bilinen birçok gezgin İzmir’e uğramamış, bu nedenle de kente ilişkin doyurucu bilgiler, ancak 17. yüzyıla ait gezi yazılarında kendini göstermeye başlamıştır. Bunlar arasında, 1610 yılında çıktığı Doğu seyahati sırasında İzmir’e de gelen George Sandys, 1611 yılında gelen İskoç gezgin William Lithgow ve 1612’de Kudüs’e giderken kente uğrayan Ermeni asıllı Polonyalı Simeon başta gelmektedir. 1678’de İzmir’e geldiği anlaşılan ve Hollanda elçisinin misafiri olan Cornelius de Bruyn ise seyahatnamesindeki çizimleri kendisi yaparak resim konusundaki yeteneğini de ortaya koymuştur. 18. yüzyıla kadar Avrupa dışına seyahat etmek erkeklere özgü bir deneyim olarak görülürken, 19. yüzyılda seyahate çıkan kadınların sayısında önemli bir artış yaşanmıştır. Bu dönemde eşleri ile birlikte gelenler dışında, bilgi ve görgülerini arttırmak, yabancı ülkeleri tanımak, günlük yaşamın tekdüze sorumluluklarından kaçmak, hemşire ya da misyonerlik yapmak isteyen çok sayıda kadın kendisini Doğu topraklarında bulmuştur. Kadınları bu topraklara çeken nedenlerden biri bu ilkel ve egzotik yerleri görme arzusu iken, bir diğer neden bu yüzyılda sanat eğitimi almaya hak kazanarak erkek meslektaşları gibi yeni konu arayışı içine girmiş olmalarıdır. 19. yüzyıl, çoğu zaman eşleriyle birlikte Doğu'ya gelme olanağı bulan kadınlar için önemli bir dönemdir. Seyahat koşullarının daha güvenli hale gelmesi ile bu yolculuğa yalnız başına çıkmaya başlayan kadınların sayısında da artış meydana gelmiştir. Doğu’yu ziyaret eden bu kadınlar, kaleme aldıkları mektuplar ve günlüklerle, kimi zaman da yeteneklerini sergiledikleri resimler ve çizimlerle yaptıkları gezileri ölümsüzleştirmişlerdir. Kadınların yazmış olduğu seyahatnameler, erkeklerin girmesi mümkün olmayan yerlere yani harem, hamam gibi kadınlara özel mekânlara ilişkin bilgiler vermesi bakımından da önemlidir. Yabancı kadınlar, arkadaşları ya da yerli halkın ileri gelenleri tarafından davet edildikleri evlerde aile yaşamını ve yapısını, bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerini, giyim tarzını, evin dekorasyonunu, misafir kabullerinde ve çeşitli kutlamalar sırasında uygulanan alışılmış ritüelleri, kısacası erkek gezginlerin tanık olamayacakları bazı ayrıntıları yazıya dökerek adeta kadınlara özgü özel bir edebiyat alanı yaratmışlardır. Gerçekten hayırseverlik ve din adına birçok Avrupalı kadın, İngiliz imparatorluğunun misyonuna katılabilmek için bu geziler sosyal olarak geleneksel anlamda bir fırsat sunarken, kendilerini bağımsız kaşifler olarak tanımlayabiliyorlardı ve ancak bu esnada Avrupa jeopolitiğinin daha erkeksi alanında kasten ya da tesadüfen yer alan başka kadın gezginler de vardı. Özellikle Harriet Martineau, kadınların popüler ve profesyonel gazetecilikte başarılı olabileceğini göstermişti. Örneğin 1874 yılının Ağustos ayında, Stockholm'den başlayarak St. Petersburg, Moskova, Kiev ve Karadeniz'i geçerek İstanbul'a kadar olağanüstü altı yıl süren bir yolculuğa tek başına çıkmıştı. Oradan bir ay geçirdiği Kahire ve Kudüs'e gitti, ancak sonradan gördüğü kutsal toprakların kendi anlatım gücünün çok ötesinde yerler olduğunu açıklamış ve Beyrut, Smyrna (İzmir) ve Atina'ya uğradıktan sonra İstanbul'a ve sonrasında yeniden Karadeniz yolu ile Batum, Tiflis ve Sebastopol'a geri dönmüştü. Mary van Lennep İzmir’de (1843-1844) “Mary van Lennep, Henrietta Hamlin gibi bir misyoner olan eşi Henry John Van Lennep’le birlikte gelmiştir İzmir’e. Dinsel konulara eğilimi ve misyoner olma isteği küçük yaşlarda kendini gösteren Mary Elizabeth Hawes Van Lennep, 12 yaşına geldiğinde Hartford Female Seminary’ye başlamış ve 1838’e de mezun olana kadar devam etmiştir. İleriki yıllarda misyoner Henry van Lennep (1815 –1889) ile evlenen Mary, onunla birlikte seyahat etmiş ve görevlerinde kendisine yardımcı olmuştur. Kendisi de bir misyoner olarak eğitilen Mary van Lennep’in misyoner eşi Henry van Lennep, bir tüccar olan Richard van Lennep’in oğlu olarak İzmir’de dünyaya gelmiştir. Tanınmış ve eğitimli bir kökten gelen Hollandalı aile, Henry van Lennep’i onbeş yaşında iken Amerika’ya göndermiştir. Burada dil ve din eğitimi alan Henry, American Board Örgütü tarafından 1840’ta Anadolu’ya gönderilmiş, ilk eşinin ölümü üzerine 1843’te döndüğü Amerika’da, burada sözü edilen Mary Elizabeth Hawes ile ikinci evliliğini yapmıştır. 1844’te ikinci eşini de kaybeden Van Lennep, bir misyonerin kız kardeşi ile üçüncü evliliğini gerçekleştirmiştir. İzmir, Van Lennep’in 1840 yılında misyonerlik faaliyetlerine ilk başladığı yerdir; daha sonraki yıllarda Tokat ve İstanbul’da da görev yapmış, çalışmalarını Ermeniler üzerinde yoğunlaştırmış, gözlem ve çalışmalarını yazmış olduğu kitaplarda okuyucu ile paylaşmıştır. Mary Van Lennep’in ölümünden sonra 1848’de basılan ve yaşam öyküsü ile uzakta iken ailesine yazdığı mektuplardan oluşan kitap, onun İzmir’e dair izlenimlerini de içermektedir. Mary’nin annesine yazdığı mektuplardan biri, onun İzmir’e bir an önce ulaşmak için ne kadar istekli ve coşkulu olduğunu ortaya koymaktadır. Ege adalarına gelmelerine rağmen pruva rüzgârının elverişli olmaması nedeniyle adalarda beklemeleri Mary van Lennep’in satırlarına “…Smyrna’ya bu kadar yakınken sabretmek ne kadar da zor…” sözleriyle yansımıştır. 24 Kasım 1843’te yazdığı mektupta ise manzara karşısındaki duygularını şu sözlerle dile getirir: “…Sana, bulutsuz, güzel bir gökyüzünün altından yazıyorum ve şimdiye kadar hayal ettiğimden çok daha güzel bir manzarada yol alıyoruz. Sevgili anne, bu Smyrna körfezi, pitoresk dağ zirveleri ve onu çevreleyen yeşil yamaçları ile gözlerimi ve de kalbimi dolduruyor…” Ancak büyük bir hevesle geldiği İzmir’de rahatsızlanan Mary van Lennep, bir ayı odasında ve yatağında geçirmek zorunda kalır. Terası körfez manzarasına hâkim olan evlerini sade ve Amerikan tarzında döşeyen çift, hem kendileri, hem de ziyarete gelen dostları için konforlu bir ortam yaratmaya çalışmıştır. Tanrı’ya hizmet edebilecekleri her yere memnuniyetle gidebileceklerini düşünseler de İzmir’de yaşayıp burada ölme ihtimalini de yakın gördükleri anlaşılmaktadır. Mary van Lennep, Türklerin, eskiye göre yabancılara karşı daha hoşgörülü davrandıklarını, özellikle Protestanlardan hoşlandıklarını, Katoliklerden ise resimlere tapınmaları nedeniyle nefret ettiklerini söylemektedir. Kendisi de Müslümanların inançlarını saçma bulmakta, ancak yine de insan olarak onlarla ilgilenmektedir. Mary van Lennep’in İzmir’de gezip gördüğü yerler, kente dışarıdan gelen tüm ziyaretçilerin gördüğü yerlerdir: Meles Çayı ve üzerindeki Kervan Köprüsü ve hemen yanı başında uzun servileri ile Türk mezarlığı, Frenk Sokağı, bunlardan bazılarıdır. Kentteki Rum ve Ermenilerin büyük bölümünün de Frenk giysilerini benimsediğini, ancak çoğu Frenk kadınının yaşlandığında Rum elbiseleri giydiğini, hatta benim Smyrna’daki annem dediği ve hastalandığında iyileşinceye kadar evinde kaldığı Henry van Lennep’in annesi Mrs. Van Lennep’in de Rum tarzında giyindiğinden söz etmektedir. Çocukluğu İzmir’de geçen Henry van Lennep, bir sabah karısını bahçeli, büyük ve eski bir eve götürmüştü; çocukluğunda erkek kardeşleri ile oynadığı yerdir burası. Eski günlerden söz ederek ve çocukluk anılarını tazeleyerek dolaştıkları bahçeyi artık yosunlar kaplamış, her yeri sarmaşıklar sarmıştır. Mary van Lennep’in mektuplarında Nisan ayının bir günü kayınvalidesi ve birkaç arkadaşı ile birlikte gittiği bir Türk okuluna ilişkin anlattıkları ilgi çekicidir. Bu okulun hocası Türk bir kadındır ve yazar bu durumu “bir Türk kadın için alışılmadık bir girişim” olarak değerlendirmektedir. Pazarların içinden geçerek geldikleri Türk Mahallesi, şehrin kaleye doğru en yüksek bölümünde kurulmuştur ve sokaklar kimi yerde fazla dik olsa da manzarası oldukça güzeldir. Evine misafir oldukları Fatma yalnızca okuma-yazma öğretmiyor, genç kadınlara dikiş de gösteriyordu. “…Fatma’nın evine geldiğimizde çocukların oturdukları sırayı gördük. Kitapların ve resimli yazmaların içinde muhafaza edildiği çantalar duvarda asılıydı. Hoca onlara okuma ve yazma öğretiyordu…” sözleriyle dile getiriyor ilk izlenimlerini. Bir başka gün, yanlarında Belçika konsolosunun kavası ile Kale’ye giderler; dindar bir Hıristiyan olarak Mary van Lennep’in burada oldukça duygulandığı, satırlarından anlaşılmaktadır. Ayaklarının bastığı yerde ilk Hıristiyanların inanç uğruna işkence çektikleri zamana doğru uzanmış, Aziz Policarp’ın şehit edildiği alanda dolaşmıştır: “…Manzara muhteşem ve eski zamanlara ait çağrışımlar bu tepeyi gözün gördüğünden çok belleğin konuştuğu bir yer haline getiriyor…” demektedir. Van Lennep çifti 1844 Mayıs’ının sonlarına doğru İzmir’den ayrılarak, yeni görev yeri olan İstanbul’a gitmiştir. Daha önceki mektuplarında Mary van Lennep, İstanbul’da açılacak bir kız okulundan söz etmekte, burada Ermeni halkının gelecekteki eşlerinin ve annelerinin eğitileceğini heyecanla dile getirmektedir. Henry van Lennep öğrencilere vaaz verirken, kendisi de ev idaresi ile ilgili konularda eğitecek yani kadınları aydınlatacaktır. “İzmir’de burada olmayan bir yuva duygusu vardı.” Bu görevle İzmir’den ayrılırlar ancak evlerinden ve dostlarından ayrıldıkları için büyük bir üzüntü duymaktadırlar. Ağustos ayında İstanbul’dan, hasta yatağından yazdığı mektupta: “...İzmir’de, burada olmayan bir yuva duygusu vardı...” demektedir. Mary van Lennep. Oradaki dostlarını çok özlediklerini, ancak İzmir aşkına rağmen İstanbul’da da mutlu olduklarını ve Ermenilerin onlara olan ilgisinin her geçen daha da arttığını yazmaktadır. Mary van Lennep’in yakalandığı dizanteri ve ilaçlara rağmen gittikçe kötüleşen durumu, toparlanmasının ardından tifüse yakalanması, ilerleyen hastalığın sonucunda zihninin bulanması, Henry van Lennep tarafından Mary’nin ailesine bildirilmiştir. 27 Eylül 1844’te İstanbul’da yaşama veda eden genç misyoner henüz 23 yaşındadır. Henry van Lennep’in deyimiyle kente nazır yüksek bir yerde uyumaktadır. Mary Lennep ‘in ölümünden 7 yıl sonra 1851 yılında Sultan Abdülmecit devrinde yeniden İzmir Limanındayız. Bu kez o tarihlerde İzmir’de olan gezgin Henry Christmas’a kulak verelim: “İzmir‘e gitmek için İstanbul’da Haliç’den demir alacak olan Sultan isimli bir İngiliz vapuruna bilet almıştım. Bavullarımız daha önceden gemiye yüklenmiş ve biz de saat üç gibi güvertedeydik. Böylece yolculuğumuz başladı ve sabahın ilk ışıkları ile Truva’nın düzlükleri gözüktü ve sonrasında kahvaltıya oturduk. İki günlük bir yolculuktan sonra Asya’nın tacına bakıyor ve Pagos Dağı’nın zirvesindeki Akropolis’in taslağını çiziyordruk. Şimdi Küçük Asya’nı muazzam metropolü kıyı boyunca karşımızda uzanıyordu. Bol, bereketli bitkiler, dağın oluşturduğu muazzam arka plan, servi ağaçlarının ortasından yükselen, uzun ince minareler, şehrin etrafından geçerek, mezarlıkların yerini gösteren siyah dışında koyu yeşil rengin yığınları İzmir’e güzel romantik bir görünüm veriyordu.” Şu anki nüfus 180 bin civarında, 60 binin Hıristiyan olduğu söylenir. Burada daima bir Hıristiyan toplumu olmuş ve bana burada 5 bin Protestan bulunduğu söylendi. Büyük bir rakam gibi gözüküyor ama doğru olabilir çünkü İzmir büyük bir ticaret merkezi ve Batı Avrupa ile ilişlkileri her geçen gün artmakta.” “Karaya çıktığımızda İstanbul’daki formalitelerin aynısından geçildi ve silahlı ve heybetli bir adama rüşvet vererek bagajlarımızı kontrol edilmeden geçti. Eşyalarımızı taşıyan hamallara 'Grand Hotel de Smyrne'ye gitme emri verdim ancak bu isimde bir otel yoktu. Çünkü sahibi iflas edip şehri terk etmiş ve biz de nihayet bir beyefendinin kalabileceği tek otel olan 'Hotel de Mille'nin yolunu tuttuk. Bu otel adını bin tane müdavimi olmasından değil, çok saygın ve nazik sahibinden alıyordu.Otel aynı zamanda Hotel des Deux Auguste olarak da biliniyordu ama aslında Bay Mille’nin adı Auguste’dir ve kraliyet namından fazlası olan ismini oğluna da ihsan etmiştir.“ “Doğu’da İzmir’in güzel bir şehir olduğu düşünülür; şüphesiz öyledir de. Fakat bizim bakış açımıza göre, tam düşünüldüğü gibi olduğu söylenemez. Sokaklar dar ve çarpık, evlerin çoğu ahşap ve kerpiçten yapılmış; yeni yapılan evlerin çoğunun daha iyi malzemeden inşa edilmediğini görmediğime üzüldüm. Buna karşın bazı evler taştan; Via dei Franchi (Frenklerin sokağı) oldukça güzel. Konsolosluklar, İngilizlerin, Fransızların ve Avusturyalıların kurduğu işyerleri hep bu sokakta. Belli başlı tüccarların muhasebe daireleri ve başlıca dükkanlarda burada. Genel olarak İzmir’i belli bir yere kadar İstanbul’a eşit düzeyde sayabilirim; ancak İstanbul’da daha dikkate değer yapılar var ve şehir çok daha büyük ancak burada İzmir’de dükkanlar bana kalırsa, oradan daha iyi ve daha çok çeşit var. İngiliz arkeolog ve tarihçi Henry Christmas İzmirli kadınların güzelliğinden söz ediyor..“İzmirli Rumlar bütün Rumların en güzeli kabul edilirler; kadınları kesinlikle güzeldir; Asya bu kadınlara, Türkiye’deki yüksek sınıfı diğerlerinden ayıran bir kibarlık katmış; Atina’da hakim olan keskin, sert hatları yumuşatmış, gözlere daha bir berraklık vermiş, vücut hatlarını kadınsı oranlarla yuvarlaklaştırmıştır. Doğanın bol miktarda bağışladıkları bu güzelliklerini gizlemeye de alışmamışlardır. Pencerede, balkonda görülebilecekleri yüksek yerlerde oturmayı severler, haklı olarak her türlü manzara tasvirine güzellik katacaklarını düşünürler. İyi anne, iyi eş olma şöhretine sahiptirler. Beğenilmeye biraz çok düşkün olabilirler ama ufak ayıplarını erdemleri ile örtmesini bilirler. Ancak İzmir’in yerlisi olan zeki bir Rum’dan üzülerek duyduğum kadarı ile, tek kişilik bir bahtiyarlığa mahkum edilmişlerdir; fakat bu rahibe olmalarından değil, koca eksikliğinden kaynaklanmaktadır.” 15 yıl sonra: 1876-Frederick Burnaby, İzmir Limanında bir İngiliz Subayı Türk ulusunu yerin dibine batıran, onu dünyada akla gelebilecek her türlü kötülükle suçlayan ülkemizin insanları, hikayeler yazmayı bırakıp, Anadolu’da küçük bir yolculuğa çıksalar iyi ederler. “Şeytan betimlendiği kadar kara değildir” diyen eski bir atasözü vardır.Kendilerini Hıristiyan sayan yazarlar, birçok konuda Anadolu’daki Türklerden ders alsalardı keşke. Bu sözlerin sahibi 1876 yılında Anadolu’ya gelen ve o gelişinde İzmir’e de uğrayan bir İngiliz subayı olan Frederick Burnaby'nin Londra’dan başlayan yolculuğu Paris ve Marsilya‘ya kadar trenle sürmüş sonrasında ise Marsilya’dan gemi ile önce İstanbul’a ve oradan da İzmir’e gelmişti. Aslında bu yolculuk İzmir’de son bulmuyordu. Çünkü Anadolu’nun bir ucundan diğer ucuna yapılacak 3200 kilometrelik bir yolculukta İzmir, sadece geminin rotası üzerindeki bir Osmanlı kentiydi. Gemi limandayken bir Rum grubuyla çevrili bir ipek tüccarı ona şöyle diyordu: “Gemimiz birkaç saatten önce kalkmayacak. Bir yerde yemek yiyelim, sonra, Türkiye’nin bu yöresindeki kadınların, bazı gezginlerin ileri sürdükleri kadar güzel olup olmadıklarını bir görelim.” Kimbilir belki de bu gezginlerden biri yukarıda sözünü ettiğimiz 15 yıl önce İzmir’e gelen İngiliz Kraliyet Edebiyat akademisi üyesi, tarihçi ve arkelolog Henry Christmas’den başkası değildir. Yararlanılan Kaynaklar: 1-Sanat Tarihi Dergisi Sayı/Number XX/1 Nisan/ April 2011, 1-37 İZMİR’E GELEN KADIN GEZGİNLER Semra Daşçı 2-WESTERN WOMEN TRAVELLING EAST, 1716-1916 By Penelope Tuson, 2014 3-Memoir of Mrs. Mary E. Van Lennep : only daughter of the Rev. Joel Hawes, D.D. andwife of the Rev. Henry J. Van Lennep, Missionary in Turkey" Mary Van Lennep (1821-1844 ) –Mary Lennep mektupları 4-Henry Christmas “The shores and Islands of the Mediterrannean: Including A visit to the seven churches of Asia-Isanbul ve Ege Yollarında Kitap yayınevi 2012 5-Frederick Burnaby-“On horseback Through Asia Minor-At sırtında Anadolu