MART2017 Şükran Yücel
Nâzım'a selam
15 Ocak'ta büyük şair Nâzım Hikmet doğumunun 115. yılında anıldı. İstanbul, İzmir'de birkaç belediyenin öncülüğünde yapılan anmalarla geçiştirildi bu anlamlı gün. İngiltere'nin Shakespeare'e, Almanya'nın Goethe'ye, Şili'nin Neruda'ya verdiği büyük önemin yanında bizim Nâzım için yaptıklarımız koskoca bir hiçtir. Hani Nâzım Hikmet üniversiteleri, nerede Nâzım meydanları, heykelleri derken; heykellerinin de dinmeyen bir nefret ve öfkeyle yıkıldığı geldi aklıma. Memleketi, vatanı ve hürriyet için duyduğu büyük sevdayı, hasreti yazmaktan başka suçu olmayan Nâzım'a memleketinde gereken değeri verdiğimizi söyleyebilir miyiz? Bir kesimde dinmeyen büyük bir öfke var hâlâ. Nâzım'a sahip çıkanlar ne yaptı şimdiye kadar, şiirlerini okumaktan başka. Birkaç oyunu da sahnelendi. Ama nerede şiiri, poetikası, tiyatrosu, başyapıtları üzerine araştırmalar, tezler? Nâzım denince hâlâ aşılamayan bir duvar var. Türkçe'nin en büyük şairi ne yazık ki yeterince incelenmiyor, araştırılmıyor. Oysa onun görüşlerine en ters düşen politikacılar bile son zamanlarda miting meydanlarında onun, “Dört nala gelip uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim” dizesini okuyorlar ama ne öncesi var, ne de sonrası. Şairin adını anan da yok. Şiirleri şarkılara söz oluyor. Güzel şiirleri, sözleri tükettiğimiz gibi Nâzım'ı da tüketiyoruz. Nâzım'ın Türkçe ile sevda ilişkisini araştıran yok. Hangi ülkeye giderseniz gidin, Türkiye'yi Nâzım'la tanıyor dünya. Biz onunla övünmeyi bile beceremiyoruz. Kendisi sağken kitaplarının Türkçe'de yayımlandığını göremedi. Gençliğinde yayımlanan ve hakkında dava açılıp yasaklanan birkaç kitabı yüzünden senelerce hapis yattı. 1925'ten 1950'ye kadar defalarca tutuklandı, yargılandı, tutuklandı, mahkûm oldu, toplam 17 yıl hapis yattı. 1933'te idamı istendi, en güzel şiirlerinden birini yazdı Piraye'ye mektubunda: “... emin ol ki sevgili; zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli geçirecekse eğer ipi boğazıma, mavi gözlerinde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nâzım'a” Bunca haksızlık, çile, acı, ayrılık, hasret Nâzım'ı yıkmaya yetmemişti. O içeride çeşitli hastalıklarla, zor şartlarla boğuşurken dışarıdakileri teselli ediyor, umut veriyordu şiirleriyle, mektuplarıyla: “Sevgilim, bu ayak sesleri, bu katliamda hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman...” Onun yaşamaya dair tüm dizeleri umutla, gelecek günlere güvenle doludur. Onları okurken, gözlerim yaşarır, kendi bedbinliğimden, ümitsizliğimden utanırım. O sevda dolu, umut dolu, aşk dolu, coşku dolu adam şiirlerini bize miras bırakmıştır ki, en karanlık anda bile güneşin sofrasında ışığın doğuşunu bekleyelim. Ne büyük bir şanstır bizim için yeryüzünün en büyük şairlerinden birini çok sevdiği Türkçemizde okumak. Başkaları, onun kıymetini bilenler, ancak iyi-kötü tercümelerini okurken biz o güzelim şiirleri güzel Türkçemizde okuyabiliyoruz. O ise ölünceye kadar şiirlerinin Türkçe'de okunamamasının acısını çekti. 1961'de ölmeden iki yıl önce yazdığı Otobiyografi'sinde: “yazılarım otuz kırk dilde basılır, Türkiye'mde Türkçemde yasak” diyordu. Çok sevdiği ülkesine hasret öldü büyük şair Moskova'da 3 Haziran 1963'te. Vasiyetnamesini çok önceden yazmıştı: “Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, öyle gibi de görünüyor- Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni ve uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani...” Büyük Türk şairi Nâzım Hikmet, Moskova'da Novodeviçiy Mezarlığında yatıyor. Yanında Çehov, Turgenyev, Gogol ve Mayakovski gibi büyük Rus yazarlarının mezarları var. Çok sevdiği memleketine getirilebilseydi, onu koruyabilecek miydik, tacizlerden, saldırılardan? En değerli insanlarımızın aziz hatıralarını muhafaza edebilecek olgunluğa erişmedik henüz. Hayatı, dünyanın neresinde olursa olsun haksızlığa uğrayanları, memleketini her şeyden çok seven; dizelerinde aşkı, sevdayı, umudu, barışı nakkaş gibi işleyen Nâzım Hikmet, şiirlerinde yaşıyor. O yaşamayı ve dünyayı çok sevdi. En güzel, en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiği halde, yüzünü bile görmediği insanlar için ölebilecek kadar çok sevdi. Onun hayali “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.” idi. “Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, Yaşamak yani ağır bastığından.”
E-DERGİ İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Eylül/Ekim 2025 sayısında neler vardı göz atın!
AYIN MEKANLARI GÜL KEBAP

İşte istisna mekânlardan biridir Gül Kebap... Kuruluş tarihi 1949. Gül Kebap’ın özelliği sadece “iyi köfte” yapıyor olması değil. Gül Kebap yetmiş altı yıldır aynı yerde ve dördüncü kuşağın yönetiminde. “Sefer tası” misali üç katlı daracık mekânında müdavimlerinin vazgeçemediği adres. Hayranlık uyandıracak bir çaba değil midir bu? İşini, kalitesini koruyarak yapan tam bir aile işletmesi… Kurucu Mehmet Ali Gülgeze, Girit’in üçüncü büyük şehri Resmo’dan İzmir’e göçle gelmiş. Çanakkale’de savaşmış. Bayrağı, ikinci kuşak oğulları Mustafa ve Muhsin Gülgeze devralmış… Ardından torun Hüsnü Gülgeze. Ve bugün dördüncü kuşak Hüsnü’nün oğlu Burak Muhsin işin başında. “Bir Kemeraltı klasiği” olarak Gül Kebap, esnaf lokantası köfteciliğini ilk günden bugüne değişmeyen formül ve sunum geleneğiyle tavizsiz sürdürüyor.

FİLİBELİ HAN

Filibeli Han Eski İzmirlilerin hatıralarındaki Şükran Oteli, özenli bir yenileme süreci sonrasında sahiplerinin soyadını alan "Filibeli Han" Kemeraltı Çarşısı'nın yeni cazibe merkezi olarak hizmete açıldı. Günümüz ihtiyaçlarına uygun yiyecek içecek mekanlarının yer aldığı Filibeli Han'ın üst katı da keşke çeşitli el sanatları üretiminin yapıldığı atölyelere açılsa... Bizim dikkatimizden kaçmış olabilir ama binanın kısa bir tarihinin yabancı dilleri de kapsayacak şekilde bir köşede yer alması çok doğru olurdu diye düşünüyoruz.

BOŞNAKYA

Boşnakya Filibeli Han'ın yan sokağa açılan çıkışında sevimli olduğu kadar lezzetli ürünler sunan "Boşnakya" isimli bir mekan var. Kıymalı Boşnak böreği, peynirli, patatesli ve patlıcanlı börekler, yaprak sarma ve haşhaşlı börek gibi lezzetlerin ağız sulandırdığı mekanda demli bir çay veya reyhan şerbeti yanında poğaçalar ve harika tatlılar deneyebilirsiniz.Antakya'nın çıtır kabak ve kömbesi, bougatsa Selanik tatlısı, medovik Rus pastası, triliçe tatlıları sizi bekliyor. Cuma günleri menüye mantı da ekleniyor. Boşnakya'ya uğramayı ihmal etmeyin.