KASIM2016 Reşat Kutucular
Kendi Kendimizi Sabote Eder Hallerimiz
2011 yapımı Perfect Sense (Yeryüzündeki Son Aşk) filminde dünyada ortaya çıkan bir salgın nedeniyle insanlar önce koku, sonra tat alma duyularını kaybediyorlardı. Sonra duyamamaya başlıyorlar ve en sonunda film görme kaybıyla noktalanıyordu. Duyuların teker teker kaybı, insanların oluşan yeni durumla başa çıkma çabalarının bir aşk hikayesi üzerinden anlatılması ilginçti. Çok iyiydi diyemem ama bazı şeyleri hatırlatan bir filmdi. Bazı şeyleri de düşündüren... Duyamamak felaket tamam ama bence ne duyduğunuz da önemli. Mesela siz sabahları hangi seslere uyanıyorsunuz? Uyandığınız sesler güzel mi, size iyi geliyor mu? Yoksa kent gürültüsüne mi uyanıyorsunuz? Seslere alıştık, zaten sesle mesle uğraşmaktan daha büyük dertlerimiz mi var diyorsunuz? Kentten uzakta horoz sesine, kaz sesine, kuş sesine, köpek havlamasına uyanmak gibi güzellikler de mümkün tabii. Poyraz gürültüsünden rahatsız olmak da bir şans. Peki gününüz hangi kokularla başlıyor, gün boyu hangi kokuların içinden geçiyorsunuz, gün nasıl sonlanıyor? Toprak kokusunu, çiçek kokusunu özler misiniz? Filmde koku duyunuzun hafızanızla olan ilişkisi çok vurgulanıyordu. Yani kokularla anı biriktiriyorsunuz bir yerde. Güzel anılar biriktiriyor musunuz? Görmek büyük nimet ama nerelere bakıp, neler gördüğünüz de önemli? Görüntüler nasıl başlıyor, nasıl akıyor? Can sıkıcı mı, çirkin mi, iç açıcı mı yoksa, çok mu güzel? Salkım söğütün zeytinle yan yana çok yakıştıklarını bilir misiniz mesela? Ben yeni öğrendim. Sarmaşıklar kızarmaya yüz tutmuş, dağ çilekleri meyve vermeye başlamışsa hangi aya gelmişizdir? Keşke böyle küçük meselelerle ilgili yazıların sık sık yazılabildiği bir ülke olsaydık. Bu yazılar çiçek böcek yazıları diye aşağılanmasaydı keşke. Böyle yazan sanki büyük meseleleri görmezden geliyormuş gibi bir suçluluk duygusu hissetmeseydi ne güzel olurdu. Hani nano teknolojiyle, yapay zekayla, sinir bilimle ilgili bir gündem tutturamıyoruz ya... Yüz yıl önce halledilmiş olması gereken konuları hala körler sağırlar şeklinde tartışageldiğimiz için tıkanıp çatlamak üzereyiz. Yüzümüzü doğaya daha çok dönebilseydik keşke. Zaten tüm arızalar doğal akışı bozduğumuz, doğayı hırpalayıp zorladığımız için başımıza gelmiyor mu? Daha çok beton, daha az yeşil olarak özetleyebileceğimiz bu gidiş gidiş mi Allah aşkına? Üstelik bile isteye kendi kendimizi sabote ediyor gibi bir halimiz var. En zorlu fay hatlarından birinin üzerine kötü mühendislikle İstanbul gibi bir megalopolis kurmuşuz! Ülke ekonomisinin kalbi olmuş. Hadi olmuş, daha hala neden şişirip durursun? 1999 depreminden sonra bir profesör şöyle bir tespit yapmıştı: Böyle kötü kentleşirseniz ya deprem olur, ya yangın olur, ya salgın olur, ya sel olur ama mutlaka bir şey olur. Evet bu günlerde mikser kazaları oluyor mesela! O olmasa mutlaka başka bir şey oluyor. Bundan ders alınmaması bir yana yükselen emlak fiyatlarını gelişme olarak gören tayfa İstanbul'u örnek gösteriyor bir de. Bu kafaların öncülüğünde yıllardır memleketin dört bir yanında doğaya karşı çeşit çeşit suçlar işleniyor. Artvin'den İzmir'e, Samsun'dan Mersin'e her yerde... Bunlar aslında doğayı hırpalarken kendi kendilerine saldırdıklarının farkında değiller. Çocuklarının, torunlarının yarınlarından çaldıklarını anlayamadılar gitti. Hırsın sonu akıl tutulması. Böyle işte bu doğa konuları. Önce bir dokunduruyorsun, sonra kendini tutamayıp olmadık yerlere varıyorsun. Delirten bir memleket! Ben en iyisi siklamenlere döneyim. Eşimin onları özenle sulamasını izleyeyim. Şükür şebboyların kokusu da geliyor uzaktan uzaktan...
E-DERGİ İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Eylül/Ekim 2025 sayısında neler vardı göz atın!
AYIN MEKANLARI GÜL KEBAP

İşte istisna mekânlardan biridir Gül Kebap... Kuruluş tarihi 1949. Gül Kebap’ın özelliği sadece “iyi köfte” yapıyor olması değil. Gül Kebap yetmiş altı yıldır aynı yerde ve dördüncü kuşağın yönetiminde. “Sefer tası” misali üç katlı daracık mekânında müdavimlerinin vazgeçemediği adres. Hayranlık uyandıracak bir çaba değil midir bu? İşini, kalitesini koruyarak yapan tam bir aile işletmesi… Kurucu Mehmet Ali Gülgeze, Girit’in üçüncü büyük şehri Resmo’dan İzmir’e göçle gelmiş. Çanakkale’de savaşmış. Bayrağı, ikinci kuşak oğulları Mustafa ve Muhsin Gülgeze devralmış… Ardından torun Hüsnü Gülgeze. Ve bugün dördüncü kuşak Hüsnü’nün oğlu Burak Muhsin işin başında. “Bir Kemeraltı klasiği” olarak Gül Kebap, esnaf lokantası köfteciliğini ilk günden bugüne değişmeyen formül ve sunum geleneğiyle tavizsiz sürdürüyor.

FİLİBELİ HAN

Filibeli Han Eski İzmirlilerin hatıralarındaki Şükran Oteli, özenli bir yenileme süreci sonrasında sahiplerinin soyadını alan "Filibeli Han" Kemeraltı Çarşısı'nın yeni cazibe merkezi olarak hizmete açıldı. Günümüz ihtiyaçlarına uygun yiyecek içecek mekanlarının yer aldığı Filibeli Han'ın üst katı da keşke çeşitli el sanatları üretiminin yapıldığı atölyelere açılsa... Bizim dikkatimizden kaçmış olabilir ama binanın kısa bir tarihinin yabancı dilleri de kapsayacak şekilde bir köşede yer alması çok doğru olurdu diye düşünüyoruz.

BOŞNAKYA

Boşnakya Filibeli Han'ın yan sokağa açılan çıkışında sevimli olduğu kadar lezzetli ürünler sunan "Boşnakya" isimli bir mekan var. Kıymalı Boşnak böreği, peynirli, patatesli ve patlıcanlı börekler, yaprak sarma ve haşhaşlı börek gibi lezzetlerin ağız sulandırdığı mekanda demli bir çay veya reyhan şerbeti yanında poğaçalar ve harika tatlılar deneyebilirsiniz.Antakya'nın çıtır kabak ve kömbesi, bougatsa Selanik tatlısı, medovik Rus pastası, triliçe tatlıları sizi bekliyor. Cuma günleri menüye mantı da ekleniyor. Boşnakya'ya uğramayı ihmal etmeyin.