ARALIK2016 Hasibe Özdemir
Oraya bir cümle sakladım ben!
“Gel istersen neler yapabiliriz, birlikte bakalım” diyor. Sayfanın ortasına yazdığı “Kendini korumak” cümlesini kare içine alıyor hızla. “K sıkıştı” demek istiyorum. Elimle dokunuyorum harfin dışarıda kalan kısmına. Kaşlarını kaldırıp “Dikkatini veriyor musun?” diyor, başımı sallıyorum. Ellerim tekrar kucağımda. Güçlü yanlarıma odaklanmam gerektiğini söylüyor şimdi. Konuşurken çizdiği karenin üzerinden geçiyor defalarca. Onunla birlikte kalemin ucunda gidip geliyorum ben de. Üçüncü turda k’nın ayakları yok artık. Çerçeve kalınlaştıkça göğüs kafesim de sıkışıyor sanki. “Şunları görüyor musun?” diyor. Derin bir nefes alıyorum, kalem başka yerde şimdi. Eğilip abartılı bir merakla bakıyorum kâğıda. Beş tane ok... Hepsi çerçeveye saplanmış. Boşta kalan uçlarına balonlar eklerken “Buralara seçeneklerini yazmanı istiyorum” diyor. Beşi de kopup gitmek ister gibi dalgalanıyor kâğıdın üzerinde ama cümle kımıldamıyor bir santim bile.“Şimdi kalem senin elinde” diyor. Başka şeyler de söylemiş olabilir öncesinde. Dalıp gittiğimde hangi kelimeler uçtu üstümüzden bilmiyorum. Düşünüyormuş gibi bakıyorum kâğıda. Başımı hangi yöne eğsem, aklım sıvılaşıp yer değiştiriyor içinde. Sonra bir yarık açılıyor zihnimde, çatırtıyı sadece ben duyuyorum. Bildiğimi sandığım her şey oradan karanlık bir yere dökülüyor. Bomboş kalıyorum, yüzümde aptal bir ifadeyle. Oysa akıllı bulsun istiyorum beni. Tırnaklarımı etine kadar kemirmemiş olsaydım, bacağımın en yumuşak yerine saplar, istediği cevapları verirdim ama çıkmıyor sesim. Yarı açık ağzımı kapatıp dudaklarımı kemiriyorum. O bunu bir ileri, iki geri giden seanslarımızdan biri zannediyor. “Pekâlâ” diyor “ne düşünüyorsan sorgulamadan yaz.” Bilmiyorsun, senin aklının alamayacağı şeyler yaptı, senin göremeyeceğin yerlerimde... Konuşmuşum gibi kuruyor ağzım. Yutkunuyorum. Balonlar olduğu yerde şişiyor iyice. Kalemi birinden diğerine sürüklemek bile zorken, nasıl dolduracağım içlerini ben? “Beş boş balon, beş boş balon, beş boş...” dudaklarım kıpır kıpır. “Ne düşünüyorsun, paylaşır mısın benimle?” Boynundaki fuların iki ucu anten gibi dikleşmiş. Güldüm mü yoksa yine kendi kendime? Toparlanıyorum... “Yani” diyorum sanki hep oradaymışım gibi “Bu kadar çok seçenek var mı gerçekten Yeşim Hanım?” Aklımdan geçeni okumasın diye gözümün ışığını kısarak bakıyorum kuşkulu yüzüne. Yanaklarım pusetteki çocuklar gibi pembeleşmiş olmalı. En iyi yaptığım şey olabildiğince saf görünmek, bence başarıyorum. “Elbette var” diyor. Canlanıyor yeniden. Şimdi tekrar aynı masada oturduğumuzu, hatta birbirimizi duyduğumuzu zannediyor. “Elbette bu kadar çok seçenek var” diyor yeniden. Okların saplandığı yere bakıyorum. Balonların boşluğuna. “İstersen ilki benden olsun” diyor. Bu bir soru değil. Öylece durup bakmamdan sıkıldı, harekete geçmesi gerektiğini düşünüyor. “onunla konuşurum” yazıp uzatıyor kalemi. “Bunu daha önce denedim” diyorum. Bir kamyon kum gibi dökülüyor sözlerim, yine de altta kalmıyor cevabı. “Biliyorum ama bu kez daha kararlı konuşacaksın. Hem önce yazalım, sonra hepsini tek tek ele alırız, olur mu?” İkinci balonun içine kalemin ucunu bastırıp bekliyorum. İyi bir şey çıkarabilirsem tam ortasına düşecek ama yok. Boş bir hortum gibi tıslıyor kalem. Sessizce dinliyorum. “Hadi” diyor yeniden. “Fikir fırtınası yapıyoruz bak, aklına ilk gelen şeyleri sorgulamadan paylaş benimle.” Hadi, hadi, hadi! “Onu öldürürüm” yazıyorum. Birden. Kalem deliyor durduğu yeri. Kâğıdın ucu suyun altında kalmış gibi eriyor sanki. Gözleri takılıp kalıyor üzerime. Bir buçuk metreyi geçmeyen boyumu, diplerine kadar kemirilmiş tırnaklarımı hesaba katıp, yazdığım cümleyi tartıyor olmalı. Yüzü gevşiyor baktıkça. Sonra uzun bacaklarını geriyor, somuna benzeyen ayaklarımı çarpmasınlar diye çekiyorum ben de. “Sadece birkaç tokat değil, sadece bir süredir değil, yaptıklarını anlatsam…” Konuşmak yerine içime doğru kıvrılıp büzüşüyorum iyice. Böyle bakmayı kesse anlatırdım belki de. Sessiz bir “keşke” hırpalanmış kediler gibi hızlıca geçiyor aramızdan. Elimizi uzatıp okşamıyoruz ikimiz de. Biraz daha susarsak ortalığa dökülüvermekten korkuyorum. “Yani siz fikir fırtınası deyince öylesine çıkıverdi işte, biraz da gülelim diye.” Sesim duyulmaz oluyor kendi gürültümle. “Amacımız zarar görmeyeceğin bir çözümü beraber bulmak. Seni daha fazla zora sokmak değil.” diyor. Başımı sallıyorum “ben öylesine yazıverdim işte” diyorum, biraz da gülüyorum. Sonra tam zamanında susuyorum. O da gülümsüyor sanki ama güvenmiyor bana artık. Arka arkaya kontrol soruları soruyor, zil sesi gibi çınlıyor sözcükleri. Başımı sallayarak dinliyorum önce, ardından beklentilerini karşılayacak şekilde cevaplıyorum hepsini. Sonra kalemi elime alıyorum. Hızım tam olması gerektiği gibi. “Onu öldürürüm” cümlesi neon ışıltıları saçarak gözümüzü alıyor ikimizin de. Unutsun istiyorum ama “Bunu kaldıralım bence ortadan, ne dersin?” diyor yine de. Başımı sallıyorum ikiyüzlü bir gülümsemeyle. Balonun içi silindikçe sisleniyor. Biliyorum, kaybolan bir şey yok. O pusun içinde daha rahat saklayabilirim yapacağım her şeyi. Görmüyor. İkinci balonu unutsun diye yanındakinden başlayıp seveceğine inandığım seçenekleri yazıyorum sırayla. “Ailemden yardım isteyebilirim, yeni bir şehre taşınabilirim, bir daha bana vurursa polisi arayabilirim.” Yıllardır yapıp çözüme ulaşamadığım her şeyi önümüze koyuyorum. Tozları alınınca yeniymiş gibi parlıyor sözler. Arada durup düşünüyormuş gibi kalemi ısırıyorum. Ona bakmıyorum hiç. Başımı biraz kaldırınca masanın üstündeki yarım bardak suyla göz göze geliyoruz. Dibinde cama yapışmış boğulan bir kabarcık, kopup yukarı çıkamıyor bir türlü. “Şimdi yazdıklarını gözden geçirelim” diyor ayaklarını hevesle toplayıp. Kâğıda birlikte bakıyoruz. İkinci balonun söndüğünü sanıyor ama sisin içinde mermiler gibi parlıyor harfler. Artık rahatım. Gülümsüyorum bile. Bana bir kere daha vursun, bir kere daha aynı şeyleri yapmaya kalksın görecek o. İstediğiniz kadar silin, oraya bir şey sakladım ben.
E-DERGİ İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Eylül/Ekim 2025 sayısında neler vardı göz atın!
AYIN MEKANLARI GÜL KEBAP

İşte istisna mekânlardan biridir Gül Kebap... Kuruluş tarihi 1949. Gül Kebap’ın özelliği sadece “iyi köfte” yapıyor olması değil. Gül Kebap yetmiş altı yıldır aynı yerde ve dördüncü kuşağın yönetiminde. “Sefer tası” misali üç katlı daracık mekânında müdavimlerinin vazgeçemediği adres. Hayranlık uyandıracak bir çaba değil midir bu? İşini, kalitesini koruyarak yapan tam bir aile işletmesi… Kurucu Mehmet Ali Gülgeze, Girit’in üçüncü büyük şehri Resmo’dan İzmir’e göçle gelmiş. Çanakkale’de savaşmış. Bayrağı, ikinci kuşak oğulları Mustafa ve Muhsin Gülgeze devralmış… Ardından torun Hüsnü Gülgeze. Ve bugün dördüncü kuşak Hüsnü’nün oğlu Burak Muhsin işin başında. “Bir Kemeraltı klasiği” olarak Gül Kebap, esnaf lokantası köfteciliğini ilk günden bugüne değişmeyen formül ve sunum geleneğiyle tavizsiz sürdürüyor.

FİLİBELİ HAN

Filibeli Han Eski İzmirlilerin hatıralarındaki Şükran Oteli, özenli bir yenileme süreci sonrasında sahiplerinin soyadını alan "Filibeli Han" Kemeraltı Çarşısı'nın yeni cazibe merkezi olarak hizmete açıldı. Günümüz ihtiyaçlarına uygun yiyecek içecek mekanlarının yer aldığı Filibeli Han'ın üst katı da keşke çeşitli el sanatları üretiminin yapıldığı atölyelere açılsa... Bizim dikkatimizden kaçmış olabilir ama binanın kısa bir tarihinin yabancı dilleri de kapsayacak şekilde bir köşede yer alması çok doğru olurdu diye düşünüyoruz.

BOŞNAKYA

Boşnakya Filibeli Han'ın yan sokağa açılan çıkışında sevimli olduğu kadar lezzetli ürünler sunan "Boşnakya" isimli bir mekan var. Kıymalı Boşnak böreği, peynirli, patatesli ve patlıcanlı börekler, yaprak sarma ve haşhaşlı börek gibi lezzetlerin ağız sulandırdığı mekanda demli bir çay veya reyhan şerbeti yanında poğaçalar ve harika tatlılar deneyebilirsiniz.Antakya'nın çıtır kabak ve kömbesi, bougatsa Selanik tatlısı, medovik Rus pastası, triliçe tatlıları sizi bekliyor. Cuma günleri menüye mantı da ekleniyor. Boşnakya'ya uğramayı ihmal etmeyin.