EKIM2016 Hasibe Özdemir
Karıncanın boyu
“Şişirdin içimi yemin ederim ya! Deseydin methiyeler düzeceğiz, çıkmazdım evden.” Sesi sinirden titriyor. “Sana gel demedim kızım.” diyorum sakince. “Takıldın peşime madem, ne duyarsan katlanacaksın.” Bir sigara yakıyor. Başını yana yatırıp, bezmiş annelerin yılgın bakışıyla süzüyor beni. Kaşlarımı kaldırıp ona bakıyorum ben de. Pes ediyor. “Git nereye atacaksan at, ben mezeleri söylüyorum hadi” diyor. Sigarasının dumanıyla çizdiği yol havada asılı kalıyor öylece. Kımıldamıyorum. Bir yılgınlık çöküyor üzerime. Üç dört metre ötemizde akşam güneşiyle harelenen suya bakıyorum. Alyans avucumun içinde. Nehrin kıyısına inmektense oturduğum yerden fırlatıvermek geçiyor içimden. O uzaklık için kolu kaldırıp epey geriye atmalı. Garip görüneceğim, kesin. Dönüp bakacak herkes. Garsonlar masadan bir şeyi attığımı sanıp daha sık kontrol edecekler bizi. Ama öncesinde; göstere göstere yerdeki çakıl taşlarından birini alsam, sonra onu savurur gibi yapıp avucuma sakladığım yüzüğü fırlatsam biter bu iş. Pratikte tamam ama bunun adına “Suya Gömme Töreni” diyorum kaç gündür. Atıp kaçmak olmaz. İffet’i delirtmek pahasına kıyıya kadar inip, bir iki güzel mısra ile suya usulca bırakmak istiyorum yüzüğü. O bunu romantik değil hastalıklı buluyor. “Adam canına okudu, sen hala süslü cümleler kur, artistik hareketler yap, pes yani!” diyor gözlerini devirip. Hala oturduğumu görünce “Kaç yıldır çekiyorsun sen bu adamı Gökçe, hı annem?” diyor kışkırtmak ister gibi. Altı yılı geçti, o da biliyor. “Gelip gidip aynı taşa vurdun kafanı. Cümle âlem öğrendi ne mal olduğunu, sen tıkadın kulağını oturdun. Onu da geç, terk ediyorsun şükür diyoruz. Herif kim bilir hangi izbede kumar masasına çökmüştür çoktan, sen de karşıma geçmiş bu müsveddeyi temize çekiyorsun. Adam canına okusun, sen su ile arındır paşamı, ne ala iş ya!” Nehrin sesi artıyor sanki ya da ben İffet’i dinlemiyorum artık. “Sen inanmasan da, o beni kendince sevdi” diyorum birden. Neden öyle söyledim bilmiyorum. Kızdırmak için olabilir ya da içimden konuşuyordum yine. Garson buzu bıraktığı halde oyalanıyor. Konu ilgisini çekmiş olmalı. “Canımı yakmayı o da istemezdi, elinde değil.” Cini tepesine çıkıyor. “Tabi ya! Aldatırken, paranızı çar çur ederken tek derdi seni incitmemekti, saftirik!”diyor. Bir karınca masa örtüsünün ortasında durmuş bana bakıyor. Beyaz ketenden bir ovada yönünü kaybetmiş sanki. Alyansı küt diye bırakıyorum önüne. Donup kalıyor. İstese dolaşabilir etrafını ama kımıldamıyor. “Karar vermenin ne kadar zor bir şey olduğunu biliyorum sayın karınca. İnsanın uykuları kaçar, ağzı kurur. Bir ateş basar.” Karıncaların terleyip terlemediği takılıyor aklıma. İffet’in cevap bekleyen gözleri olmasa araştırırdım ama bir şey söylemem gerek, biliyorum. “Nasıl zor bir çocukluğu olmuş hatırlasana” diyorum. Sesim sönük, beni bile ikna etmekten aciz. “Ne varmış çocukluğunda?” Kaşının biri kalktığı yerde donmuş gibi. Böyle baktığında neyi tartsam hesabı tutturamayacağım eğri kefelere benziyor. Alyansı karıncanın önünden çekiyorum. Telaşla masanın sağ köşesine doğru koşturuyor. Neden diğer taraf değil, İçgüdü mü? Gittiği yönün doğru olduğunu nasıl biliyor? Aklım karıncada ama cevap yetiştiriyorum.“Anlattım ya sana, babası kumarbazın biriymiş diye. Adam evi terk ettiğinde iki yaşında bile değilmiş garibim, hem” “Sen kendi yaralı çocukluğuna bak. Bahane edip canına okudun mu birinin?” diye kestirip atıyor. Boş sürahiyi kaldırıp sallıyor sonra. İki garson aynı anda fırlıyor, birinin elinde ekmek sepeti. İffet gibi tek hareketle masaya su ve ekmek yağdırabilmek isterdim ben de. Karıncalarla oynayıp boş boş bakıyorum onun yerine. “Senin çocukluğun az ızdıraplı ise, etrafına bak. Doğan’a ne dersin? Babası yıllarca kemerle dövmüş bütün aileyi. Her Allahın günü! Adam o enkazdan nasıl güzel bir baba olarak çıkmış, hayran oluyor insan. Acıdan ille acı doğmaz anacığım. Kötüyü de alır iyi bir şey için kullanırsın.” “Seçme şansı olsaydı o da...” devam edemiyorum. Karınca tekrar masanın üzerinde. “Aptal!” diyorum, “niye geri geldin, yedi yıl mı lazım sana da?” Yüzüğü donup kaldığı yerin üzerine kapatıyorum. “Şimdi dönüp dur bakalım içinde, aptal…” “İltifat gibi yemin ederim şu adama yaptığın.” diyor İffet. Karıncanın farkında bile değil. Yüzü asık, bardağının içinde buz kaskatı. “Sana uymayabilir ama benim veda törenim böyle.” diyorum. Hevesimi çoktan kaybettim yapacağım seremoniye ama bilmesi gerekmez.“Ben suya gömüyorum yaşadığım yedi yılı, kime ne? Kötü olan kısım akıp gitsin, geride güzellikler kalsın istiyorum.” Konuştukça ben bile ikna olacağım neredeyse ama bırakmıyor. “Bu adamdan anca çamur çöker dibe, bekle sen ”diyor alaycı bir sesle. Yüzüme baksa ne kadar bozulduğumu anlayacak ama salatayı karıştırmaya devam ediyor konuşurken. “Ama senin huyun bu, bir tornavidayla dikiliyorsun böyle arıza adamların karşısına, yedi yıl kurcala ki düzelsin.” Birden kalkıyorum. Sandalyem düşüyor geriye. Kızgın değilim sıkıldım sadece. Elinde çatalla bakakalıyor. “Bari kendimi atayım suya, sen de kurtul ben de İffet ya!” Yüzünün rengi gidip geliyor. Gecenin başından beri ilk kez üzgün olabileceğimi anlamış gibi bakıyor. Cümle haddini aştı biliyorum. Gözleri dolmaya başladı bile. Korkusunu görünce içim acıyor. “Merak etme İfo, balığımı yemeden bir şey yapmam kendime.” diyorum sırıtarak. Rahatladı ama gülüşü hala temkinli. “Tamam be ya, kusuruma bakma işte!” diyor, sesi mahcup.“ Fırsatını bulunca anneme dönüşüveriyorum, elimde değil. Ne bileyim, adam seni bu kadar üzmüşken, öyle törenle, şiirle yüceltiyorsun sayıp delleniyorum kendimce.” Yerinden kalkıp sarılıyor. “Ne istiyorsan öyle olsun, istersen şiir kitabı oku. Burada bekliyorum ben, hadi git” diyor. Onaylanır onaylanmaz “Suya Gömme Töreni” geride yedi yıllık çürük bir iskelet bırakarak ufalanıveriyor elimde. Saçma bir inattı biliyorum ama biraz daha kalırsak böyle ağlayacağım. Toparlanmak lazım. Masanın üzerindeki yüzüğe uzanıp “Balıkları söyle, hemen gelirim ben” diyorum. Alyans olduğu yerde duruyor. Hapsettiği beyazlık sarıya dönmüş. Karınca yok ortada. Altını üstünü, masanın kıyısını köşesini araştırıyorum. Yok. Az önce masanın ortasında nereye gideceğini bilemeden yüzüme bakan o bücür, boyunun iki katı altın dağını aşıp gitmiş işte. Gözlerim ışıldıyor. “Başarmış” diyorum. Sanki ben eğittim hayvanı, bir gurur üzerimde. “Kim?” diyor İffet. Az önceki sarılmanın şefkati hala ses tellerinde titreşiyor. “Bizden biri boş ver” diyorum. Anlamlı bir şey söylemişim gibi sallıyor başını. O anda çınar ağacının tepelerinden bir şey küt diye iniyor salata tabağının yanına. Fındık bu! “Biri rızkını düşürdü” diyerek dallara sinmiş şaşkın bir sincap arıyor gözlerim. “Suya bıraksaydı” diyor İffet gülerek “ardından şiir de okurduk. Bu fındığın kabuğunu doldurmasa da yedi yılımız…” Susup dudaklarını ısırıyor. “Kopsun bu dil valla, di mi?” diyor. Gecenin başından beri ilk kez beraber gülüyoruz. Aynı anda suyun üstüne çıkmışız gibi bir ferahlık geliyor üzerimize. “Atmayacak mısın?” diyor gözü yüzükte. Kötü bir şey söylememek için kendini tuttuğu belli. “Vazgeçtim” diyorum salatanın suyuna ekmeğimi banıp. Niye atıyorum ki hem? Satalım çıtır çıtır yiyelim biz bunu. “Yemin et?” diye çınlatıyor ortalığı. Gözleri yirmi yıl önce okul kantininde nasıl bakırsa öyle. “Valla” diyorum, neşem yerinde. “Yalnız tören şart. Tezgâhın önünde diz çöküp ‘seni bu tartıya bırakıyorum’ demezsem, bir yerim eksik kalır, var mı tanıdık bir kuyumcu?” “Kaç dakika lazım sana?” Eli cep telefonunda, bağlantıları hemen kuracak belli. “Üç- dört yeter.” “O iş bende, tamam.” diyor, masanın altındaki kediyi beslemek için uzanırken. Hayvan yattığı yerden bir iki hamle yapıyor ama bir türlü yakalayamıyor peyniri. “Sincabı fındık düşürür, kedisi peynir tutamaz. Bunların hepsi akşamdan mı kalmış ne?” diye gülüyor İffet. Sıkıntımın gömülüp gittiği sular gibi ışıldıyor yüzü. “Karıncayı katma,” diyorum kadehimi kadehine vurup. “O boyunu çoktan aştı.”
E-DERGİ İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Eylül/Ekim 2025 sayısında neler vardı göz atın!
AYIN MEKANLARI GÜL KEBAP

İşte istisna mekânlardan biridir Gül Kebap... Kuruluş tarihi 1949. Gül Kebap’ın özelliği sadece “iyi köfte” yapıyor olması değil. Gül Kebap yetmiş altı yıldır aynı yerde ve dördüncü kuşağın yönetiminde. “Sefer tası” misali üç katlı daracık mekânında müdavimlerinin vazgeçemediği adres. Hayranlık uyandıracak bir çaba değil midir bu? İşini, kalitesini koruyarak yapan tam bir aile işletmesi… Kurucu Mehmet Ali Gülgeze, Girit’in üçüncü büyük şehri Resmo’dan İzmir’e göçle gelmiş. Çanakkale’de savaşmış. Bayrağı, ikinci kuşak oğulları Mustafa ve Muhsin Gülgeze devralmış… Ardından torun Hüsnü Gülgeze. Ve bugün dördüncü kuşak Hüsnü’nün oğlu Burak Muhsin işin başında. “Bir Kemeraltı klasiği” olarak Gül Kebap, esnaf lokantası köfteciliğini ilk günden bugüne değişmeyen formül ve sunum geleneğiyle tavizsiz sürdürüyor.

FİLİBELİ HAN

Filibeli Han Eski İzmirlilerin hatıralarındaki Şükran Oteli, özenli bir yenileme süreci sonrasında sahiplerinin soyadını alan "Filibeli Han" Kemeraltı Çarşısı'nın yeni cazibe merkezi olarak hizmete açıldı. Günümüz ihtiyaçlarına uygun yiyecek içecek mekanlarının yer aldığı Filibeli Han'ın üst katı da keşke çeşitli el sanatları üretiminin yapıldığı atölyelere açılsa... Bizim dikkatimizden kaçmış olabilir ama binanın kısa bir tarihinin yabancı dilleri de kapsayacak şekilde bir köşede yer alması çok doğru olurdu diye düşünüyoruz.

BOŞNAKYA

Boşnakya Filibeli Han'ın yan sokağa açılan çıkışında sevimli olduğu kadar lezzetli ürünler sunan "Boşnakya" isimli bir mekan var. Kıymalı Boşnak böreği, peynirli, patatesli ve patlıcanlı börekler, yaprak sarma ve haşhaşlı börek gibi lezzetlerin ağız sulandırdığı mekanda demli bir çay veya reyhan şerbeti yanında poğaçalar ve harika tatlılar deneyebilirsiniz.Antakya'nın çıtır kabak ve kömbesi, bougatsa Selanik tatlısı, medovik Rus pastası, triliçe tatlıları sizi bekliyor. Cuma günleri menüye mantı da ekleniyor. Boşnakya'ya uğramayı ihmal etmeyin.