SUBAT2017 Hasibe Özdemir
Buzun altında kalanlar
“Yahu niye sabahın köründe buluşuyoruz, morgda değil mi bu herif? Eyvallah! Bir iki saat otele uğrar gelirim işte, nesini anlamadın sen bunun? Yok. Ben adımımı atmam o eve diyorum, sen ‘buyur burada uyu’ diyorsun! Memlekete kırk yılın başı gelip ahkâm kesme bana! Önce sen ayar çek sesine. Kim bağırıyor ya, kim bağırıyor! Lokantanın her meşrepten insana alışık arsız iki kedisi, duvar dibine sinmiş bekliyorlar. Gözleri gittikçe yükselen sesin sahibinde. Adam ne onların, ne de otobüslerden salkım saçak inip, aceleyle içeri girmeye çalışanların farkında değil sanki. Uzun ince bedeni, şık paltosu, pahalı ayakkabıları ile mola yerinin uykudan ve yorgunluktan buruşmuş yolcularının arasında, askıdan düşmüş ütülü bir takım elbise gibi ayrıksı duruyor. Sigara içenlerin bile iki nefeste işlerini görüp içeri kaçtıkları böylesi bir gecede, soğuktan değil sinirden titreyen sesiyle bağırıp duruyor telefonuna. “Ne ağacı, ne gölgesini gördün baba niyetine? Sen başka bir yerde mi büyüdün abicim, neyin kafasındasın, ha? Allah Allah, bak rahmetliye! Nur olup indi, senin oraya da ışığı düştü demek ki! Sen kimin… Birden susuyor. Gözü az önce yıkanması için bıraktığı arabasına takılınca yarım kalıyor cümlesi. Telefonunu indirip bağırıyor uzaktan “Oğlum fırça olmaz demedim mi ben ya, nerenizle dinliyorsunuz?” İki gençten elinde hortum tutan duruyor. Diğeri olayın farkında değil, burnunu çeke çeke arka camı köpürtüyor. Arkadaşı kolundan çekip durduruyor onu da. Başka zaman olsa, yarısı bitmiş işlerini savunmak için itiraz ederlerdi mutlaka. Durup adama bakıyorlar. Bu soğukta, dışarıda dönüp duran birine bulaşmayı yemiyor gözleri. Fırçayı tutan silahını indirir gibi “Kusura bakma abi” diyerek bırakıyor elindekini. Arkasını döner dönmez de “Senin kalıbına tüküreyim kılkuyruk” diye başlayan küfrünü, arabanın temizliği bitinceye kadar sündüre sündüre uzatıyor içinde. Adam bir sigara yakıyor, telefonu tutan eli eldivensiz, kıpkırmızı. Karşı tarafı dinliyor mu belli değil, konuşuyor sürekli. “Otuz değil, yüz otuz yıl geçsin isterse! Ne diye toplanıyoruz o evde ya? Cici annemizin elini mi öpeceğiz? Sen ecnebi diyarlara kapağı attın diye, ailece modern mi olduk biz şimdi? Karına mı şekil yapıyorsun? Ben ne dedim, bir fiskesini görmedik, eyvallah! Eve uğramadı ki oğlum, ne zaman vuracaktı, ha?” Gözleri uykusuzluktan küçülmüş garson, çayını en yakınındaki masaya bırakıyor. Uzaklaşmasını bekleyip, yeniden veryansın ediyor. “Annemi niye sürüklüyorsun arkandan? Lan oğlum boşanalı kaç yıl geçmiş, düşmedi mi hâlâ nikâhtan bu kadın ya! Herifin metresleri gelse hastane bahçesinden otobana yol olur, bize ne hacet, konvoy mu lazım cenazeye? Bırak Allahını seversen ya! İnsanlık yapacaksam karşımda insan olacak, ölü ya da diri. Ona bu muamele bile çok!” Tuvaletten koşarak çıkan iki çocuk bacaklarına dolanıp dengesini bozuyor. Telefonunu yere düşmeden son anda yakalıyor. Babaları bir adım gerilerinde, özür dileyip toparlıyor oğlanları. Gülüşerek gidişlerine bakarken, derinlerden bir anı kopup vuruyor yüzeye. Küçük olanla aynı yaşta olmalı. Tatile hiç çıkmadıklarına göre, kırk yılın başı gidilen akraba ziyaretlerinden birinden dönüyorlardı belki de. Babasının sürekli ayakta bekleyen öfkesi yüzünden, sus pus olup, mıh gibi çakılmışlardı arabaya. Kaç tane mola yeri geçilmiş, kimse “acıktım, susadım” diyememişti. Babası bağırdıkça, annesi yine köşeye sinmiş, ne karşılık vermiş, ne itiraz etmişti. Sadece bir kez, o da özür diler gibi “çocukların tuvaleti geldi” dediğini hatırlıyor adam. Babası cevap yerine, koyu bir bakış atmıştı dikiz aynasından geriye. Yol boyunca, altına kaçırmamak için dudaklarını kemirip durmuştu. Dönüp merdivenlerin başına geliyor yine. Hatırladıkları mı yoksa yanaşan otobüsün farları yüzünden mi bilinmez, yanmaya başlayan gözlerini kırpıştırıp duruyor. Telefon hala kulağında. Arada sağlam bir küfür çıkıyor yüksek perdeden. Sersem sepelek inen yolculardan otobüsün plakasını okumaya çalışan tombul teyzeler, birazını duydukları cümlelerle ayılmış şekilde bakıyorlar adama. Arkasını dönüyor. Görmediğinde duyulmayacağını sanan çocuklara benziyor. İçeriye işaret edip bir çay daha istiyor, sesi biraz daha kontrollü sanki. “Sen bu kadını niye sürüklüyorsun kasabadan oraya? Sordun mu o eve adım atmak ister mi diye! Karına mahcup etmemek için savrulup duruyordur şimdi kuyruğunda. Öyle ‘Şunu canım çekti pişir, bunu yemem götür’ değil bu. O evde işimiz yok bizim. Ben gelmeden uygun bir yer bul, annemi yerleştir oraya, otel motel ne olursa. Yoksa ben sorumlu değilim çıkacak çıngardan, haberin olsun.” Paltosunun yakasını kaldırıyor tek eliyle. Dallarda hareketsiz bekleşen kuşlardan birkaçı uçmayıp koparak iniyorlar sanki merdivenin dibine. Açılmayan kanatları ile sabah ışığında erimeye başlayacak buz parçalarına benziyorlar. Gözleri kuşlarda, birkaç cümle daha söylüyor telefona. Durup dinliyor sonra. “Anneme söyle cebini açık tutsun. Sesini de aç. Duymuyor tabii, yeni mi fark ettin? Arama artık beni, ben ulaşırım size. Öyle valla. Ben diyeceğimi dedim, sen düşün. Eyvallah.” İçeri girdiğinde sıcağı hissetmiyor. Soğuktan katılaşmış ellerini ovuşturuyor çorbasını alırken. Az önce güle oynaya tuvaletten çıkan iki çocuk biraz ileride, anne babasıyla beraber yemek seçiyor. Bütün aile soğuğun işlemediği garip bir maddeden yapılmış gibi, pür neşe ne alacaklarına karar vermek için konuşuyorlar. Küçük çocuk yukarıya konmuş tatlıları görmek için zıplayıp duruyor. Baba bir kolu ile kavrayıp kaldırıyor onu. Diğer kolu büyük oğlanın omzunda. Hemen arkalarında duran kadın, elini kaldırıp kocasının sırtına koyuyor. Bir ağacın gövdesini okşar gibi gidip geliyor parmakları. Bir iki saniye. Sonra iniyor el. Masalarına doğru uzaklaşıyor bütün aile. Adam dönüp bakmıyor bir daha ama o el, üzerine kar yağmış buzdan bir zemini silmeye devam ediyor zihninde. Arada; yıkılmış bir ağaç, dudaklarını kemiren bir çocuk, ağlayan bir anne, üzerine kimsesizlik sinmiş bütün nesneler kopup buz zemine çarpıyorlar sessizce. Derinden bir çatırtı. İçinde bir şeylerin çözüldüğünü biliyor. Bir şeyler erimeye başlayabilir artık. Ağlayabilir belki de.