EKIM2018 Avram Ventura
Asıl iş anlamakta
M.Ö. altıncı yüzyılda yaşamış Lidya kralı Kroisos’u biz Karun olarak biliyoruz. Yeri geldiğinde, zenginliğin simgesi olarak da adını anıyoruz. Ona bu varsıllığı yakıştırmamızın nedeni, belki de metal paranın kendi döneminde ilk kez basılmış olmasıdır. Gelelim onunla ilgili öykümüze: Ünlü tarihçi Herodot’un anlattığına göre Kroisos, o dönemin en büyük gücü olan Pers İmparatorluğuna gözünü dikmiş, topraklarını ele geçirerek egemenliği altına almak istemiş. Bir yanda kralın sınırsız tutkuları, öte yanda düşmanın gücü! Kendine ne denli güveniyor olsa da, destek sağlamak ve geleceğini bilmek adına, Delfi Tapınağının kâhinine çok değerli hediyelerle birlikte delegeler göndermiş. Yanıtını bekledikleri soru şuymuş: -Kroisos, şayet Perslere savaş açarsa sonuç ne olur? Kâhin Pythia şöyle demiş: -Görkemli bir imparatorluğu yok eder! Delegelerinin aktardıkları bu yanıt üzerine Kroisos, Tanrıların onunla birlikte olduğunu, bu savaşa girişebileceğini ve büyük bir başarı kazanabileceğini düşünmüş. En kısa zamanda askerlerini toplamış ve Pers ülkesini ele geçirmek üzere yola çıkmış. İki ordu karşılaştığında Kroisos, hiç beklemediği bir yenilgiye uğramış, Lidya’nın yıkımına neden olmuş. Kral, yenilmenin verdiği onursuzluk bir yana, büyük bir düş kırıklığına uğramış. Kâhine değerli hediyeler sunmasına, ondan olumlu bir yanıt almasına karşın, kendisini yanılttıkları için kızgınmış. Bir süre sonra Delfi’ye yeniden bir delege göndermiş ve ona neden bunu yaptıklarını öğrenmek istemiş. Kâhin, geleceği doğru bildiğini yinelemiş: Delegelere, görkemli bir imparatorluğun yok olacağını söylemiş mi? Evet! Bunun hangisi olduğunu sormadıkları gibi, Kroisos ile birlikte bu sözleri kendi işlerine geldikleri doğrultuda yorumlamışlar. Ünlü kralın bu öyküsü bize, tutkularımızın gözümüzü kararttığı zamanlar, karar vermede aklımızın değil, çıkar düşüncesinin egemen olduğunu göstermektedir. Bir olayı anlamada, bir sözü yorumlamada körü körüne bir yaklaşım, bizi yanılgılara, onursuzluğa, kayıplara ya da yıkımlara sürükleyebilir. Bu yüzden doğru bildiklerimizi bile sorgulamadan kabullendiğimizde, olası sorunlara da davetiye çıkartmış oluyoruz. Kitle iletişim araçlarının, insanların algılarının oluşmasında ne denli güçlü olduklarını biliyoruz. Bunu farklı gazeteleri okuduğumuzda, yayınları izlediğimizde yaşıyor, görüyoruz. Her biri, kendi çıkarları ya da özel yükümlülükleri doğrultusunda gerçeği çarpıtabiliyor, inançlarımızı yeniden sorgulatabiliyor, doğruları yalana dönüştürebiliyor, içimize kuşku virüsünü sokarak yaşamımızı karartabiliyor!.. Ya da tümüyle tersi bir yaklaşımla, umut verebiliyor, tüm olumsuzlukları olumlu bir şekilde sergileyebiliyor, yalanı doğruymuş gibi gösterebiliyor… Her iki durumda da gerçeği yansıtmadıklarından, insanları yanlış yönlendirmekte, her alanda geleceğimizin şekillenmesinde doğrudan etkin olmaktadırlar. Kültürden sanata, politikadan ekonomiye, kişilerin bireysel ve sosyal yaşamına kadar… Düşünce tarihi, bir bakıma bilgi ile inancın çatışmasından kaynaklanan olayların da tarihidir. İnanç ve geleneklere karşıt her yeni düşünce her zaman bir tepkiyle karşılanmış, düşüncelerinde direnen birçok kişi işkence görmüş, öldürülmüştür. Özellikle din ve Tanrı konusundaki tartışmalar, her dönemde insanlar arasındaki düşmanlığı körüklemiş, kutuplaşmayı arttırmıştır. Ünlü Fransız yazar ve düşünürü Denis Diderot anlatıyor: Geceleyin zayıf bir mum ışığında önümü görmeye çalışarak koca bir ormanda yürüyordum. Karşıma bir yabancı çıkıyor ve diyor ki: “Dostum önünü daha iyi görebilmen için elindeki mumu söndürmelisin.” Bu yabancı bir din bilginiydi. Kısaca şunu söylemek istiyorum: Bilmek beynin, inanmak yüreğin işi! Oysaki konu anlamaya gelince, Attilâ İlhan’ın bir dizesine sığınmak istiyorum: “bilmek önemli gerçi asıl iş anlamakta” Anlamanın ilk koşulu da sorgulamaktan geçiyor!