ARALIK2017 Avram Ventura
Eksik kalan yaşamlar
Geçmişimizi bir film şeridi gibi başa sarıp izleme olanağımız olsa, yaşantımızda nelerin eksik kaldığını, nelere hayıflandığımızı görebiliyoruz: El sürülememiş oyuncaklar, binilmemiş bisikletler... Terkedilmiş okullar... Yaşanılmamış aşklar... Kavuşulamamış sevgililer... Yarım bırakılmış işler... Yazılamamış öyküler... Gerçekleştiremediğimiz umutlar… Kitaplığımızda yer alan, büyük bir heyecanla başlayıp bir türlü bitiremediğimiz kitaplar gibi, yaşam boyu eksik bıraktıklarımızı, anımsamamız bile oldukça güç. Bunların bir kısmı bizden, bir kısmı bizim dışımızdaki etkenlerden kaynaklansa da, geriye dönüp baktığımızda, yaşamın, bu eksikliklerin toplamından oluştuğunu görüyor, zaman zaman da hayıflanıyoruz. Özellikle ölüme yaklaştığını duyumsayan insanların, geçmişlerinde gördükleri eksiklikleri için hayıflanmalarını olağan karşılayabiliriz. Hele zamanında olanakları olup da bunları kullanmayanların, iş işten geçtikten sonra bu geçmişleriyle yüzleşmeye kalkışmaları acı ve umarsız bir çırpınıştır. Doğaldır ki, gelecekle ilgili beklentilere kapılarını kilitlemiş, bunlarla ilgili bir çaba harcamayanların, geride yarım kalmış bir işi de olmayacaktır. Okuduğumuzda öykü der, geçebiliriz; ancak Büyük İskender’in, hekimlerden onu yirmi dört saat daha yaşatmalarını istemesine karşın, bunun olanaksız olduğu söylendiğinde, bu ünlü komutanın umarsızlığını da anlayabiliriz. Adamın biri, Titian'ın ünlü Son Akşam Yemeği adlı resmini izlerken, yanına bir rahip yaklaşıp şöyle demiş: "Nerdeyse altmış yıldır her gün şu resimlere bakıyorum. Bu süre içerisinde birçok arkadaşım bu dünyadan göçüp gitti. Bunlar arasında benden yaşlı olanlar, yaşıtım olanlar vardı. Birçoğu da benden gençti. Bir kuşaktan çoğu ölüp gitti, ama o resimlerdeki yüzler hiç değişmedi! Onlara bazen dalarım da, acaba onlar gerçektirler de, biz mi bir gölgeden başka bir şey değiliz diye düşünürüm." Zamanın değerini, ne yazık ki onu yitirdikten sonra anlıyoruz. O zaman da, geriye dönüşü olmayan bir yolda bulunduğumuzdan, hayıflanmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor. Ataol Behramoğlu’nun dizeleri takılıyor dilimin ucuna, yineleyip duruyorum: “Çünkü ömür dediğimiz şey hayata sunulmuş bir armağandır Ve hayat sunulmuş bir armağandır insana” Bu dizeler, şairin Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var adlı şiirinden. Demek ki, öğrenmek için bazı şeyleri yaşamak, onlardan da kimi dersler çıkarmak gerekiyormuş. Düşünelim: Yapabiliyor muyuz? Hiç sanmıyorum! Hangimiz oturup geçmişimizi, yaşadığımız olumlu ya da olumsuz deneyimleri, bulunduğumuz an’ı nesnellikle sorguluyoruz? Kimi özel koşullarda, bulunduğumuz farklı ortamlarda, bu konu ansızın aklımıza gelmiyor değil. Özellikle cenazelerde, mezarlık ve hastane ziyaretlerinde... O zaman, yani hastalık ve ölüm gerçeği karşımıza çıktığında, her birimiz yaşamı anlamaya, birer düşünür ağırbaşlılığıyla onu yorumlamaya başlıyoruz. Buda’nın söylencelerle zenginleşen yaşamöyküsü, belki birçoğumuz için güzel bir örnek olabilir: Genç Siddharta, ne denli yaşamın gerçeklerinden uzak tutulmaya çalışılmışsa da, içine kapatıldığı yüksek duvarlı saraydan ilk çıkışında, hiç bilmediği yoksullukla karşılaşmış. Yetiştiği varsıl ve hiçbir olanaktan yoksun kalmamış bir yaşam içinde, büyük bir şaşkınlığa uğramış. Daha sonraki çıkışlarında hastalık ve ölümü görmüş. Bu kez iç dünyası tümüyle altüst olmuş. Son kez çıplak, ancak buna karşın mutlu bir insanla karşılaştığında, Buda olma yolunda ilk adımı atmış. İnsan, hayatın kendisine sunulmuş en büyük armağan olduğunu, ona değer vermesi gerekirken bunu yeterince başaramadığını, ancak ömrünün sonbaharında öğreniyor. Ne yazık ki bunun da hiç kimseye bir yararı olmuyor. Bizim de yeri geldiğinde başkalarını dinlemiş olduğumuz, ama onların yaşam deneyimlerinden yeterince ders alamadığımız gibi…