OCAK2019 Avram Ventura
Kurgular ve gerçekler
Yedek subay öğrenci olduğum dönemden bir arkadaşı anımsıyorum. Dinlenme aralarında bizi çevresine toplar, yaşadığı kasabada başından geçtiğini söylediği öyküler anlatırdı. Hele o gönül ilişkileri! Duyan onu çağımızın Casanovası sanırdı. Ama o günlerde ailelerinden, sevdiklerinden uzakta, hasret içinde olan bizleri, renkli düşlemlere sürüklediğini söylemek isterim. Bilirdik tüm anlattıklarının hayal ürünü olduğunu; ama sözleri o denli içten ve tümceleri öyle süsleyerek dile getirirdi ki, hepimiz onu dikkatle ve bıkmadan dinlerdik. Benzer bir konu, Sabahattin Kudret Aksal'ın bir denemesinde geçiyordu. O yazıda Nurullah Ataç'tan bir öyküyü aktarıyor. Öykü şöyle: Küçük bir kasabada, delikanlının biri, bir kıza tutulmuş. Bu kızla hiç tanışmadığı gibi, bir araya gelmek yürekliliğini de gösteremiyormuş; ama o, sürekli aklındaymış. Her gün görüştüğü yakın arkadaşlarına, kızın, ona karşı olan sevgisinin sözünü edermiş. Günler geçmiş böylece. Bu durumdan bıkan arkadaşları, bakmışlar ki olmayacak, gidip kızla konuşmuşlar, ne denli sevildiğini, günlerden beri aralıksız onun sözünü dinlediklerini anlatmışlar. Hoşuna gitmiş kızın, belirli bir buluşma yeri, saati söylemiş, bekliyorum onu gelsin, demiş. Durum delikanlıya anlatılınca uçmuş sevincinden, sevdiğiyle buluşacak olmanın coşkusuyla. Arkadaşları da bezdikleri bir konuyu artık dinlemekten kurtuldukları için daha çok sevinmişler. Buluşma günü kahveye oturmuşlar, “oh demişler, kurtulduk, şöyle ağzımızın tadıyla bir kâğıt oynayalım bugün.” Nedense tam buluşma saatinde delikanlı çıkagelmiş. “Buluşmaya gitmeyeceğim, vazgeçtim demiş, size anlatmak daha çok hoşuma gidiyor.” Düşlemler bazen gerçekleri aşıyor! Belki günlerce, aylarca kurduğumuz kimi düşlemleri gerçek yaşamda bulamama kaygısı, belki de yüzleşme korkumuz, onların gerçekleşmesini engellemiş oluyor. Çevremizde karşılaştığımız insanlar kadar, en iyi birer anlatıcı olarak, yazarlar için bir parantez açmak gerekir: Yazar, bir öyküyü ya da bir romanı önce düşleminde kurar, tüm ayrıntılarıyla kurgular, sonra da onu kendi biçemiyle anlatır. Yazdıkları okuyucuya gerçek göründüğü oranda başarılı sayılır. Yazarın düşlemleri, okuyucunun gerçeği olabileceği gibi; yazarın gerçek diye anlattıkları, okuyucuya tümüyle birer düşlem ürünü olarak görünebilir. Aslında bunun bir önemi var mıdır, bilmiyorum; asıl olan yaratılmış olan yapıttır, onun üstümüzde bıraktığı etkidir. Yoksa yazarın kimliği, olayların ya da insanların gerçek olup olmadığı, bizi, yalnızca merakımızı giderecek kadar ilgilendirir. Geçenlerde bir yazar arkadaşım, köşemde yayımlanmış bir yazımı okuduktan sonra şöyle demişti: -Bir konuyu denemelerinde çok farklı yönleriyle ele alıp sorguluyor, okuyucuyu düşünmeye yönlendiriyorsun. Yine aynı tema içinde kalmak üzere, bunları ayrı birer öykü olarak neden yazmıyorsun? Bu şekilde hem kendine yeni bir yol açmış, hem de Türk yazınına yeni bir bakış açısı getirmiş olursun. O gün ne denli bu işin beni aştığını, başarılı olamayacağımı söylemeye çalıştıysam da inandıramadım. Sonuçta onun önerdiği doğrultuda bir öykü yazmaya çalıştım. Üzerinde ne kadar özenip çaba harcadıysam da, yazdıklarım öncelikle benim için pek doyurucu olmadı. Kısacası bu işi beceremedim! Aslında arkadaşımın önerisini dinlediğimde, yapacağım çalışma ilginç gelmiş, farklı bir alanda kalem oynatmak beni heyecanlandırmıştı; ama bu konudaki yeteneğimi (daha doğrusu yeteneksizliğimi) de göz ardı etmemeli! Şunu da görüyorum: Anlatmakta başarılı olanlar, aynı başarıyı bir öykü kurgulamada yakalamayabilir! Kurgulamak, her şeyden önce hayal kurabilmektir. İnsanı, ortamı, renkleri, sesleri ve tüm yaşamıyla… İster bu öykünün içinde birer kahraman olarak yer alalım, isterse uzaktan gözlemleyelim. Bizim kurduğumuz o hayalde umutlarımız, özlemlerimiz, beklentilerimiz mutlaka yer alacak, bunları dile getirdiğimizde de okuyucuyu duygu ve düşüncelerimize ortak edeceğiz. Sanırım sınırlarımızı bildiğimiz oranda, daha başarılı ürünler ortaya koyabiliriz.