MART2019 Avram Ventura
Alışkanlıklar- önyargılar
Bir süre önce okuduğum, yazarların yazma alışkanlıklarını anlatan bir kitaptan ilginç bilgiler edinmiştim. Yazma süreçleri içinde duruşları, davranışları bir yana, kullandıkları nesnelere karşı farklı yaklaşımlarının, onları nasıl yaratma havasına soktuklarını, bu şekilde nasıl daha verimli çalıştıklarını ilgiyle okumuştum. Alışkanlık işte! Kendi payıma, ben de kimi alışkanlıklardan kolay vazgeçemiyorum nedense. Yeni arkadaşlıklar kurma, farklı yerler keşfetme, teknolojik gelişmelere ayak uydurma konularında, bir dürtü olmadan, çoğu kez ilk adımı atmakta da oldukça çekingenimdir. Kısacası, günlük yaşamda kendimce belirlediğim sınırların dışına çok fazla taştığım söylenemez. Buna karşın düşünsel konulardaki tabular, getirilmek istenen sınırlamalar beni rahatsız eder. Özellikle bu alandaki özgürlüğün, başkaları tarafından kısıtlanmak istenmesi durumunda… Öyle ki, bir düşünceye katılmayabilirim, ama söylenenleri son noktasına kadar dinleyebilmeliyim. Ayrıca bu gün bildiklerimi, savunduklarımı, ileride edinebileceğim yeni görüşler doğrultusunda değiştirmekten de çekinmiyorum. Kübalı şair ve deneme yazarı José Marti, bir denemesinde gelişmenin en büyük düşmanının alışkanlıklar olduğunu söyler. Onlardan kurtulamadığımız, bir başka deyişle vazgeçmediğimiz sürece tekdüze bir yaşamı sürdürecek, gelişmelere sırtımızı dönmüş olacağız. Bir Hint söylencesi, bir ırmaktan geçmek isteyen yolculardan söz eder. Bunları, Titankaralar kayıklarla karşı kıyıya geçirirlermiş. Bu yolculardan bir kısmı, kıyıya vardıklarında bindikleri kayığı bırakmak istemezler, bunları sırtlarına alarak dağları, tepeleri aşmaya çalışırlarmış. Bu şekilde bir süre sonra yorgunluktan bulundukları yere çökerler, yolculuklarını daha fazla sürdüremezlermiş. Buna karşın kıyıda kayıklarını bırakıp yoluna devam edenler, zorlanmadan hedeflerine ulaşırlarmış. Bana göre bu söylencede yer alan kayıklar değişmeyen anlayışlarımızı, bırakamadığımız alışkanlıklarımızı, gemleyemediğimiz tutkularımızı, bağlı olduğumuz değerleri simgeliyor. Bunları zamanı geldiğinde sırtımızdan atamadığımız sürece hedefe ulaşmakta zorlanıyoruz. Ayrıca gerçeğe ulaşmak için kimi zaman bildiklerimizi unutmamız, yeni arayışlara yönelmemiz gerekiyor! Richard Bach, Mavi Tüy adlı kitabında bir öykü anlatır: Bir zamanlar büyük bir ırmağın dibinde bir köy dolusu yaratık yaşarmış. Bu yaratıklar ırmak dibinin köklerine ve taşlarına tutunur, akıntıya direnerek hayatlarını sürdürürlermiş. Bir gün içlerinden biri böyle tutunarak yaşamaktan bıktığını, kendini ırmağın akışına bırakacağını söylemiş. Diğer yaratıklar karşı çıkmışlar. Akıntının onu kayadan kayaya çarpacağını, öleceğini söylemişler; ama o hiçbirini dinlemeyerek derin bir soluk almış, kendini akıntıya bırakıvermiş. Bu sırada birkaç kayaya çarptıysa da, hiçbir zarar görmemiş ve bir süre sonra suyun yüzüne çıkmış. Irmağın aşağısına ulaştığında, orada kendisine yabancı olan başka yaratıkların yaşadıklarını görmüş. Onu fark ettiklerinde, şöyle bağırmışlar: “Bir mucize bu! Bizim gibi bir yaratık, ama uçuyor işte! Bizleri kurtarmaya gelen Mesih bu!” Akıntıya kapılan yaratık her ne kadar Mesih olmadığını, ırmağın onları özgürlüklerine kavuşturduğunu söylese de, onlar “Kurtarıcı!” diye bağırarak daha sıkı tutunmuşlar kayalarına. Bir kez daha baktıklarında, yaratığın gitmiş olduğunu görmüşler. Arkasından yalnızca anlatımı daha uzun yıllar sürecek bir söylence kalmış. Aktardığım bu her iki öyküden, bilgi ve birikimimiz doğrultusunda farklı anlamlar çıkarabiliriz. Ben kendi payıma şöyle yorumluyorum: Her alanda özgürleşebilmek ve gerçeği arama yolculuğunda ilerleyebilmek için, öncelikle sırtımızda taşıdığımız kayıklardan kurtulmalı, kendimizi yeni arayışlara açık tutmalıyız. Kuşkusuz bazı alışkanlıklardan ve önyargılardan vazgeçmeyi göze alarak!