TEMMUZ2017 Metin Rodop
Müziğin olduğu yerde umut da vardır
“Savaş nihayete ererken ne yapacağımı bilmez durumdaydım. Vasıflarımı şöyle bir gözden geçirdim; Deniz Kuvvetleri’ndeki başarılarım sayesinde elde ettiğim pek de parlak olmayan bir mezuniyet derecesi, hiçbir zaman heyecan hissetmediğim manyetizma ve hidrodinamik konuları üzerinde kısıtlı bilgiler… Yayınlanmış tek bir makalem yoktu… Yavaş yavaş da olsa bu yetersiz sicilin bir avantaj olabileceğini fark ettim. Bilim insanlarının çoğu otuzlu yaşlarına geldiğinde kendi uzmanlıklarının mahkumu oluyorlardı. Belirli bir alanda o kadar çok emek harcıyorlardı ki kariyerlerinde radikal bir değişiklik yapmak neredeyse imkansızlaşıyordu. Benimse birazcık eski moda fizik ve matematik eğitimim ve yüzümü yeni şeylere dönebilme yetim dışında hiçbir şeyim yoktu... Hiçbir şey bilmediğime göre, istediğim her şeyi yapabilirdim…” DNA üzerinde araştırmaları ve kitapları bulunan dünyaca tanınmış ünlü İngiliz biyolog Francis Crick, “What Mad Pursuit” (Çılgın Takip) adlı eserinde mesleki açıdan geleceğine yönelik düşüncelerini bu şekilde özetliyordu. Kariyerini şekillendirmeden önce mesleki anlamda ne yapabileceğine yönelik olarak söylediği bu içten ve dürüst cümlelerin sonunda “Hiçbir şey bilmediğime göre her şeyi yapabilirim” cümlesinin hayatıma yeni bir boyut eklediğini itiraf etmeliyim. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat adlı eserinde “Bir gün bir kitap okudum, bütün hayatım değişti” diyen kahramanı gibi, kitaplar kadar bazen cümleler de hayatımızın akışını işte böyle derinden etkilerler. Francis Crick’in sözünü ettiği durumun benzerini yaşarken ve çoğu zaman kendimi yazılarım kadar hayatıma da bir başlık ararken bulduğumda, insanlara onları bazen şaşırtacak ve eğlendirecek bazen de onları sarsacak kadar tahrik edici cümleleri yaratmaya çalışırken insanın hayatının bir döneminde artık her şeyi yapabileceğini keşfetmesi olağandışı fantastik bir duygu gibi geldi bana. Crick’in de dediği gibi yanlış bir şeye başlamış olsaydım su anda onun esiri olarak çok mutsuz olabilirdim, üstelik yanlış işlerin içinde olmak yanlış insanlarla olmak demektir ki bunun daha da kötü olduğunu deneyimlerimden biliyorum . Bugüne kadar mutluluk üzerine herhalde binlerce tanım yapılmıştır, ve hiç kuşkusuz yorum sahiplerinin hepsinin öyle veya böyle mutsuzluğu tatmış insanlardan çıkmış olması gerekir, aksi takdirde mutluluğun ne olabileceği başka türlü nasıl anlaşılabilir ki ? Bununla birlikte mutluluğun “zihinsel bir durum” olduğu tanımlaması bana hala en anlamlı gelenlerden biri olsa da ‘pişmanlıklar içermeyen ve tüm üzüntülerden veya derin bir hüzünden bağımsız bir ruhsal durum’ olarak ele alınmasını ise dikkate almama eğilimindeyim, çünkü böyle bir yaklaşımın sürekli ve hiç değişmeyen bir mutluluk halini barındırması bana saçma gelir. Benim açımdan , insanın istediği birşeyi yapabileceği ya da başka bir ifade ile yapabileceği bir şeyi seçebilme konumunda ve yaşta olması gerçekten çok cazip gözüküyor ama bugüne kadar ben de bunun farkında değildim ya da farkında olmaya başlamıştım da düşüncelerimi netleştirmek için ona bir başlık bulmam gerekiyordu ve böylece bu özgürlük duygusu bana karanlık bir gecede gökyüzünde ortaya çıkan kuzey yıldızı kadar parlak geldi. Ama sadece bir şeyi yaşamak değil, var oldukları izlenimini başkaları ile paylaşmanın keyfini sürmek isteyen ve sadece fakirliğin değil yaşamlarındaki her türlü yoksunluğun intikamını almaya çalışan insanların ya kendilerine ya da başkalarına zarar verebilmeleri olasılığı varken eğer kendilerini herhangi bir şeye adayabilirlerse yaratıcı da olabilirler ancak herhangi bir şekilde izole bir hayatın içinde sürgün olarak yaşamak zorunda kalmaları kaçınılmazdır. Bu seçimler esnasında yaşamları tıpkı bir film karesi gibi akıp giderken bu sahnelere uygun olarak seçilen müzik parçaları yaşadıklarını yeniden hatırlamak veya unutmak istediklerinde, olayların genel bir panoramasını vermek için her zaman sadakatle davranan bir rehber niteliğine bürünürler. Bu önemlidir, çünkü kelimelerin yetersiz olduğu anlarda arka planda çalan müzik parçaları kadar hiçbir şey olan biteni daha iyi anlatamaz. “Kendinizden söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür.” demişti Nietzche. Belki de müzik sadece bu nedenle bile kendinizden fazla söz etmeden ve asaletinize gölge düşürmeden kendinizi ifade edebilmenin en iyi yollarından biridir. Müzik bizi daha iyi biri yapamaz ama daha uzlaşmacı ve uyumlu biri olmamıza yardımcı olur ve sadece ruh halimizi değiştirmekle kalmaz, dünyaya ilişkin algılarımızı da değiştirir; zamanın herhangi bir noktasında ve belli bir yaş diliminde her şeyi yapabileceğimize inandığınız anlarda bile. Rus besteci Dmitri Shostakovich “Bir insan çaresizlik içindeyse hala bir şeye inanıyor demektir” demişti. Gerçekten müzik tanımlanamayan şeyleri bize tanımlarken, günahkar ruhlarımızı arındıran ve böylece bizim sadece belli bir yaşta değil hatta her zaman diliminde bir şeyleri değiştirebileceğimize olan inancımızı pekiştiren bir arabulucu gibidir ve bu açıdan bakıldığında müzik bir çeşit duadır. Böyle bir inanç söz konusuyken ne kadar zayıf gözüksek de bunu yapabilecek gücümüzün olması ise bana her zaman ilginç gelmiştir. Ne zaman dinlediğim bir müziğin üzerimde yarattığı olağanüstü ilham verici ya da hüzün dolu etkiyle bir kasırgaya yakalanmış gibi bir o yana bir bu yana savrularak bir köşede kendimden geçmiş bir halde, yaşadığım coşkunun ya da derin hüznün sarhoşluğu içinde olsam George Bernard Shaw’un, “Brahms’ın Requem’i o kadar güzel ki insanın ölesi geliyor” sözleri gelir aklıma. Öte yandan “Karnımda bir yarık açın ki canlı olarak gömülmüş olmayayım” diyen ve piyano için yazılan küçük eserlerde büyük olarak kabul edilen Frederic Chopin’in Do diyez Noktürn’ünü dinlerken ise beni asıl olarak hangi duyguların provoke edip baştan çıkardığını merak eder bir halde buluyorum kendimi. Aslında piyanonun çıkardığı seslerin yeryüzünün seslerine karıştığı ve zamanın akıp gitmekte oluşunu endişeli ve gergin bir şekilde duyumsadığım anlarda o güne kadar öğrendiklerimin sonuna gelip gelmediğimi sorguladığımda, farklı frekanslardaki duyduğum bu sesler tıpkı müzisyenlerin besteledikleri eserlerde yaptıkları gibi olası sürprizlere hazırlanıyordu ve bu bekleyiş çok eğlenceliydi , sanki onlar, benimle ve evrenle aramızda yaratmaya çalıştığımız bir uzlaşmanın arabulucuları gibiydiler. Her canlı gibi varlığımı sürdürmem işte bu uzlaşmaya ve armoniye bağlıydı, mutluluk denilen soyut kavramın özü olan ve çevrenizdeki her şey ile bir denge ve uyum halinde olmak dediğimiz şey bu olsa gerek. Şimdi ise yeni bir kasırga dalgası ile karşı karşıyayım, bu kez Fransız besteci Paul De Senneville tarafından piyano için yazılmış “ Aşk Evliliği “ adlı eserini dinliyorum ve bu anlarda sanki sıradan ve kendi halinde akıp giden hayatımın birdenbire, ardı ardına yaşanan skandallar dizisinden oluşan eğlenceli ve heyecan verici bir yaşama dönüştüğünü hissetmeye başladım. Sıkıcı değildi, çünkü orada yaşanmamış aşklar ya da pişmanlıklardan eser yoktu, yaşadığım melankolinin bile tadını çıkarabiliyordum, sanki ben de İngiliz Filozof Thomas Hobbes ‘un ölmeden önce “Karanlığa atlama sıram geldi “ şeklindeki son sözlerine benzer bir şekilde sadece siyah ve beyaz renklerden oluşan bir evrene adım atmadan önce tüm günahlarımı geride bırakmanın onurunu yaşamaya hazır bir haldeydim. Sanki daha önce üzerinde sürekli düşünmekten bıktığım için çareyi öyle veya böyle bir sonuca vararak kurtulmakta bulduğum ama beni hiçbir zaman tatmin etmeyen sonuçlarla yaşamaya alışmışken her şeyin bir anda tüm sırları ile gözlerimin önüne serilmesi beni hem şaşırtıyor hem de içimi sevinç ve mutlulukla dolduruyordu. Ama sonra yeniden her şey bir sis perdesi içinde kayboluyordu ve o anlarda notalar birbiri ardına belli ölçülerde ve ritmlerde akarken birdenbire doruğa çıkarak tüm nefretimi boşaltıyor ve sonra yeniden düşüşe geçerek beni sakinleştiriyordu. İşte tam o anlarda aniden bir ses duyuyorum yine; ama ilk anda ne sesin geldiği yeri ne de içeriğini anlayabiliyordum ancak zihnim sesin analizini yaparken, duyduğum bu sesin bana yıllar önce aşk hakkında yazabileceğim en içten yazıyı yazabilmem karşılığında beni ve aşkımı sonsuzluğa uğurlayacak olan Tanrı’nın sesi olduğunu anlamıştım. Daha sonra bunun bir rüya olduğunu bilmeme rağmen o rüya içinde verdiğim bir sözü yine de tutmak adına yazıyı yazmış ve orada bir sevgiliyi zihnimde canlandırmıştım. Her şey tıpkı Amerikalı şair Edgar Alan Poe’nun bir şiirindeki “Herşey rüya içinde bir rüya” ya benziyordu. Bir anı yaşamak ve bunu hak etmek gerektiğini öğrenmiştim, olmak istediğim ve yapmak istediğim şeyin farkına varmanın belli belirsiz sevincini yaşıyordum. Gerçekten özellikle dinlediğim bazı eserlerin -ki özellikle yukarıda sözünü ettiğim “Aşk Evliliği” adlı bestede ya da Schuman’ın Traumerei adlı eserinde ya da Franz Lizst ‘in “Aşk Hayali” adlı yapıtlarında olduğu gibi- hayatımın yer yer erozyona uğramış bölümleri, birden yükseklerden akan tertemiz suları ile çağlayanların olduğu ve ayrıca içinde minnettarlığımı gösterebileceğim kutsal Aztek ve Mayalarınkine benzer tapınaklarla dolu yemyeşil ormanlara dönüşürken, piyanistin bazı notalara bastıktan sonra küçük sessizlik anları olduğunu keşfettim ve o arada geçen bekleme süresinde yani bir sonraki notalar topluluğu çalınmadan önce bir beklenti içine girdiğimi algıladım. Böylece Mozart’ın “ Müzik notaların içinde değil arasında bir yerde oluşan bir sessizlik anındadır” demesi anlamını buluyordu . Demek bunun gibi sessizlik anlarında hayal gücüme bağlı olarak beklentilerden örülmüş başka bir hayatım olmalı diye düşündüm. Eğer bu doğruysa “ Tüm insan bilgeliği iki kelimede özetlenebilir :.Bekleyiş ve umut…” diyen Alexander Dumas’ın sözleri bu olguyu açıklamak için fazlası ile yeterli olabilirdi, üstelik nihilistlerin aksine sanki onlara nispet yaparcasına var olduğuma ilişkin en büyük kanıt da bu olabilirdi. Frigya Kralı Midas’ın kendisine bahşedilen bir güçle her şeyi altına çevirmesi gibi müziğin beynimde yarattığı etki de buna benziyordu ve hayatım boyunca mutluluk adına en ideal olanı beklerken bir tiranın egemen olduğu ve sınırları belirlenmiş sahte bir mutluluğa razı olduğum bir hayat, ne geçmişin pişmanlıkları ne de geleceğin kaygılarından uzak bir halde akıp giderken aşktan hiç vazgeçmeyen erdemli bir ruhun hayata tutunmasını sağlayan tek şey yine de sözlerin asla yeterli olmadığı, notalardan oluşan o sevimli hayaletlerin dans ettiği ve bana dünyayı istediğim şekilde gösterebilme gücü olan müziğin ta kendisi olmuştu. Günlerden bir gün müziğin aşkı yaratabildiğine inanmış bir halde, ruhumu doğada olduğu gibi evrensel bir uyum ve denge içinde sakinleştiren sihirli bir asa gibi kalemi elime aldım; sadece yazabilmenin onurunu duyabilmek için değil, seçtiğim kelimelerden oluşan cümlelerimin de tıpkı bir müzik parçasını meydana getiren ölçü, armoni ve ritim duygusundan oluşması gibi, okuduğumda onların beni son derece mutlu eden bir melodik bir yapıya benzer şekilde doğru ve ideal sıraya dizdiğimden emin olmak için. Hiçbir sanatçı ya da müzisyen başlangıçta ne yapacağına yönelik bir söz geçiremez ruhuna, besteciler de böyle olmalı, içindeki diğeri onu o anlarda alıp nereye sürüklerse orada bulur kendini. Schubert de bunun farkındaydı ve bu yüzden “Aşkın şarkısını söylemek istediğimde kedere dönüşüyor ve kederin şarkısını söylemek istediğimde o da alıp beni aşka dönüştürüyor “ demişti. Belki de bu yüzden ben de basit bir uvertürle başlayan hayatımın senfonisini Schubert gibi yarım bırakmamak için kurduğum en anlaşılabilir ve en ideal cümlelerle süsleyerek hayatımın bu sıradan başlangıcı ile sonu arasında bir paralellik kurmaya çalışıyorumdur. Böylece geride söylenmiş güzelliklerde dolu bir eserde kimsenin tahmin edemeyeceği sürpizler barındırarak ve okuyucuları şaşırtarak, onları benimle birlikte bilmedikleri bir düşler ülkesine yolculuğa çıkmaya ikna edececeğime inanarak bunu yapıyorum. Herşey olabilecek ya da her şeyi yapabileceğim bir yaş acaba Viktor Hugo’nun “ gençliğin yaşlılığı dediği 40 lı yaşlar mı yoksa, yaşlılığın gençlik zamanları dediği 50 li yaşlar mıydı?, Bilemiyordum ama akıp giden zaman içinde zamanı algılamaktan çoğu zaman yorgun ve bitkin düşmüş bir halde zamanın belli bir noktasında işte bu andan itibaren her şey olabilirim demek, Goethe’nin dediği gibi radikal bir kötülük müydü? Belki ama daha ilginç olan ise, onun geride kalanların var olmak bile istemeyeceklerini eklemesiydi . Bunu bir kötülük olarak değerlendiremiyorum ama küstahlığın sınırının sahip olunan zenginliğe , her türlü güce ya da cesur olmanıza bağlı olması gibi benim için de bu durum olabildiğince cüretkar olmakla eş anlamlıydı. Her bahar geldiğinde özellikle sabah saatlerinde bahçemizde öten kuşların cıvıltılarını duyduğumda onların yaptığı müziğin melodik yapısı beni de Mozart ve Aristo’yu etkilediği kadar çok etkilerdi. Belki bir haberleşme yöntemi ya da birbirlerine kur yapmanın bir aracıydı bu sesler ama aynı zamanda herhangi bir enstrüman olmadan yapılan acapella denilen bir müzik türünün üstatlarıydı onlar. Ben bu esnada hayatıma ait olan senfoniyi oluşturmaya çalışırken, zamanın da insanı kaygılandıracak kadar hızlı bir şekilde akmış olmasının mutluluk veren yanı, zaman geçtikçe insanın biraz daha çılgın ama biraz daha bilge biri haline gelmesidir. Bilge bir ihtiyar olan babam soğuk bir kış gecesinde odasından çıkarken düştüğünde onu yerinden kaldırmakta zorlanmıştım, ve o anlarda bilincini tamamen kaybetmiş gözüküyordu, sabah olduğunda dün gece neler olup bittiğini anımsayıp anımsamadığını sordum ona ve yüzüme muzip bir şekilde bakıp ölüm provası yaptığını söylemişti. Ancak bundan bir süre sonra yıllarca yanından ayırmadığı cep radyosunu artık açmadığını gördüm. Bunun anlamı ise çok açıktı çünkü müziğin susmasının tek bir anlamı olabilirdi o da onun yok olmasıydı ve o nedenle sonsuzluğa karışıp gittiğinde her şey ne kadar hüzünlü gözükürse gözüksün müziğin hiç susmaması gerektiğini ısrarla belirtmişti. Sanırım sessizlik onu ürkütürdü, kimbilir belki sessizlik sadece seslerin olmadığı bir dünya değil aynı zamanda hiçbir canlının olmadığı bir dünya demektir. Sessizlik benim için sevdiğim insanların olmadığı bir dünya anlamına gelse de seslerin ve görüntülerin olmadığı bir evrende sevmenin ve sevilmenin özlemi asla bitmez. Seslerin armonisi yaşamdaki karmaşayı çözebilen şifreleri barındırır, onu görmeseniz de seslerden oluşan müziği dinleyerek hayattaki misyonunuzu yerine getirirsiniz. İnsanların çoğu düşünmez ama insanların tamamı hisseder, işte bu yüzden müzik önemlidir. Ancak neresinden bakarsanız bakın mutluluk bir varsayımdır ve varsayımlar üzerine kurulu bir yaşamda asla doğru diye bir şey yoktur, sadece daha iyi yanlışlar vardır. Bu yüzden yapılan her seçim bir vazgeçiştir ve belki her vazgeçiş de başka bir yanlıştır, sonuçta verilen tüm kararların yanlış olma olasılığı vardır ama görsel ve işitsel bir uyumun oluşturduğu bir evrende bazen görmeseniz bile hiç olmazsa karanlıkta seslerin geldiği yere, sizi özgürlüğe çağıran, yaşamın herhangi bir noktasında hala yapabileceğiniz bir şeylerin olduğunu haykıran seslerin olduğu yere doğru yürümek bir varsayım değildir, gerçeğin ta kendisidir hem de sizi mutlu edecek olan en muhteşem gerçek…