MART2022 Günter Soydanbay
Kültürel Miras mı? O da ne?
Kültürel Miras mı? O da ne? Tarihi Süleymaniye Camii'nin önünde yükselen yurt binası inşaatı çok ses getirdi. İnşaatın sahibi İlim Yayma Vakfı -sanki binayı başkası yapıyormuş gibi- “Süleymaniye’nin ruhuna zarar verebilecek herhangi bir girişimi önce biz kabul etmeyiz.” dedi. Bunun üzerine muhalafet, “Toplumsal muhalefetin kültürel mirasa olan bağlılığı ve kararlılığı neticesinde, İlim Yayma Vakfı geri adım attı.” şeklinde bir açıklama yaptı. Olumlu bir gelişme. Peki ama gerçekten de toplumsal olarak kültürel mirasımıza bağlı mıyız? Bu ay kültürel miras kavramı üzerine konuşacağız. Kültürel kodlarımız Süleymaniye Camii’nin başına gelenler pek de şaşırtıcı değil. Ne de olsa toplumsal olarak yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır. Mimarlık tarihimizin en önemli isimlerinden biri olan rahmetli Prof. Dr. Doğan Kuban zamanında demiş ki, “İstanbul Belediyesi 1969'da benden bir koruma planı yapmamı istemişti. İki sene ev ev, yapı yapı çalıştım. Boğaz, Suriçi, Haliç, Galata, Üsküdar, Kadıköy, neleri korumak gerekiyor, tek tek çıkardım. Bugün benim ‘korunsun' dediğimin yüzde biri bile yok, kalanlar da saraylar, camiler, türbeler, gerisi yok.” Yani Süleymaniye Camii önüne yapılan inşaat -ülkeye yöneten zihniyetten- çok daha derinlere inmekte. Eskisini yıkıp yenisini yapan kültürel kodlarımızı İzmirimiz de de gözlemleyebiliyoruz. İstanbul, Türkiye’de en çok tescilli taşınmaz kültür varlığına sahip kent. İkinci sırada ise İzmir geliyor. Kent genelindeki 5500 tescilli yapının 2300’ü Kemeraltı’nda. Peki an itibariyle nedir Kemeraltı? Bir çöküntü alanı olarak görülen, İzmirliler’in alışveriş yapmak dışında uğramayı aklının ucundan bile geçirmediği, özellikle genç erkeklerin çok mesafeli baktığı bir semt. Peki neden böyle? Kimin kültürü? Tarihsel olarak göçebe bir toplumuz. Bu saptama Orta Asya’daki atalarımız için ne kadar doğruysa, 2022 Türkiye’si için de o kadar doğru. Mesela, TÜİK’e göre İzmir’de yaşayanların sadece %45’i İzmir’de doğmuş. Bir başka deyişle, eğer İzmir’de doğduysanız, İzmir’de azınlıksınız! Göçebelik ve aidiyet duygusu birbirine ters iki kavram. Göçebe kalıcı bir evi olmayan kimseye denir. Aynı yerde uzun süre kalamaz çünkü bir süre sonra yaşadığı yere ait olmadığını hissetmeye başlar. Öte yandan, aidiyet duygusu bir nevi sosyal yerçekimidir. Toplulukları -zaman ve mekan üstü- bir arada tutar. Buna ek olarak aidiyet duygusu beraberinde koruma içgüdüsünü getirir. Bir yere kendinizi ait hissetmezseniz orayı korumaz, oraya özen göstermezsiniz. Kültürel miras kavramının Türkiye’de karşılıksız kalmasının ilk nedeni de tam olarak burada yatıyor. Anadolu, bir çok medeniyete ve kültürlere ev sahipliği yapmış. Ancak toplumun ciddi bir kesimi kendini, bu kültür ve medeniyetlerin bir uzantısı olarak görmüyor. Özünde göçebe olan Türk toplumunun kolektif bilinç dışında “bizden olan” ile “olmayan” çok keskin bir şekilde ayrışmış. Hal böyleyken kendini ait hissetmediği bir medeniyetin somut ya da soyut kültürel öğelerini korumak ihtiyacı hissetmiyor. Peki ya “yerli ve milli” kültürel miraslarımız? Miras değil, alın teri Yine Kuban Hoca’nın çok güzel bir saptamasımvar: “Bizde babamın evidir, koruyayım kültürü yoktur. Padişah bile babasının yaptırdığı evi yıkar, kendisininkini yapardı, yıka yıka giderdi, Topkapı da buna dahildir.” Bu bize, miras kelimesinin de sorunlu olduğunu gösteriyor. Miras ölen bir yakından kalan mal mülk, para veya servettir. Dolayısıyla miras talihtir; hak etmişlik duygusu yaratmaz. Bu yüzdendir ki, TDK’nın Atasözleri ve Deyimler sözlüğüne miras yazdığınızda karşınıza şunlar çıkar: miras yemek, mirasa konmak. Batı dillerinde müsrif, savurgan kelimeleri vardır. Ama mirasyedi bize has bir kavramdır. Kişi, mirası harcayıp tüketilebilir; Onu gelecek nesillere bırakılma zorunluluğu yoktur. Ne yazık ki tam da bu yüzden -bırakın Alsancak’taki eski Rum evlerini- tarihi Süleymaniye Camii gibi yerli ve millli olarak gördüğümüz tescilli yapılara gözümüz gibi bakamıyoruz. Peki ne yapabiliriz? Bu da gelecek yazımızın konusu olsun.