EYLÜL 2021 21. yıla ayak basmanın sevinci... İzmir Life dergisi temel hedeflerinden biri olan 25 yıl yayın yapmaya bir adım daha yaklaştı. Bizi bu hedefe taşıyan okurlarımız, yazarlarımız ve destekçilerimize bir kez daha teşekkür ediyoruz. Küresel ısınma, bilinçsizlik, siyaset ve daha birçok neden bu acıları yaşamamıza neden olsa da her yıl daha fazla kayıp vermemek için “neler yapılabilir” sorusunu dosyamızda uzmanlar yanıtladı.
ORMANLARIMIZ NEDEN YANIYORORMANLARIMIZ NEDEN YANIYORNeden yanar ormanlar Bir süredir dünyamız orman yangınlarıyla büyük bir mücadele veriyor. Geçtiğimiz yıl 240 gün süren Avustralya yangını bizlere ders olmadı ki bu yıl da dünyanın pek çok noktasında aynı acı tabloyla karşılaşıyoruz. Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre geçen yıl çıkan 3 bin 412 yangında, 29 bin 487 futbol sahası büyüklüğündeki 20 bin 936 hektar ormanlık alan zarar gördü. 2021'in ocak ile ağustos aylarının ilk günleri arasında kül olan ormanlık alan ise 177 bin 476 hektara ulaştı. Üstelik yanan sadece ormanlar değil, içinde barınan tüm canlılarıyla büyük bir ekosistem zarar gördü. Küresel ısınma, bilinçsizlik, siyaset ve daha birçok neden bu acıları yaşamamıza neden olsa da her yıl daha fazla kayıp vermemek için “neler yapılabilir” sorusunu gündeme getirdik.
MARMARA GÖLÜ KURUYORMARMARA GÖLÜ KURUYORMarmara Gölü'ne can suyu için DSİ'ye başvuru Marmara Gölü, Manisa’nın Gölmarmara ilçesinde bulunan ortalama 6 bin hektar büyüklüğünde bir alüvyal set gölü. Yer altı su kaynakları, Gördes çayı ve besleme kanalları ile dolması gereken Göl, Ağustos ayı içinde tamamen kurudu. Kurumasının başlıca nedeni göle akması gereken Gördes Çayı suyunun barajda tutulması. İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer, göle can suyu verilmesi için DSİ’ye yazılı başvuruda bulundu ve DSİ’den yanıt bekleniyor. Önceki yıllarda kuruyan göle Ahmetli Regülatörü’nden özel pompalarla su getirilerek göl kurtarılmıştı. Gölün kuruyan alanları sürülerek taban suyunu kullanan tarım ürünleri ekiliyor. Tepeli pelikanlar için dünya çapında önemli Marmara Gölü uluslararası öneme sahip bir kuş alanı. Kış aylarında gölde yaklaşık 65 bin su kuşu görülebiliyor. Nesli tehlike altına girmeye yakın olan tepeli pelikan türünün dünya nüfusunun kış aylarında %9’u Marmara Gölü’nde besleniyor ve kışı burada geçiriyor. Gölün kurutulması tepeli pelikan başta olmak üzere pek çok su kuşunun yaşamını tehdit ediyor. Gölün kurutulması yasadışı Göl, ulusal sulak alan vasfında ve Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği’ne göre koruma altında. Ayrıca gölün kurutulması Türkiye’nin taraf olduğu RAMSAR Sözleşmesi'ne de aykırı. Geçtiğimiz günlerde İzmir Büyük Şehir Belediyesi DSİ’ye başvurmuş ve Gördes Barajı’ndan göle bırakılarak gölün kurtarılmasını talep etmişti. Öte yandan DSİ’nin Ahmetli regülatöründen de göle su vermesi bekleniyor. Gölün ve göldeki yaşamın hakkı olan suyun verilmesini talep eden Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Dicle Tuba Kılıç “Marmara Gölü’nü kurutan ne iklim krizi ne de kuraklık. Devlet Su İşleri’nin gölün suyunu güvence altına almadan Gördes Barajı’nı projelendirmiş ve inşa etmiş olması. DSİ, Ramsar Sözleşmesi yürürlükte olmasına rağmen Önemli Doğa Alanı olan bir gölü kuruttu. DSİ’nin ivedilikle Ahmetli Regülatörü’nden göle can suyu vermesi lazım" dedi.
AKUT DESTEĞİAKUT DESTEĞİAKUT, Akdeniz yangınlarında 184 insanın ve yüzlerce hayvanın kurtarılmasına destek oldu Ülkemizin ilk arama kurtarma sivil toplum örgütü AKUT Arama Kurtarma Derneği, bugün (5 Ağustos) Saat 13:30 itibariyle, 9 ekibi ve 73 gönüllüsüyle, Aydın’nın Söke ilçesi Akçayaka Köyü, Marmaris-Amos, Milas-Fesleğen, Antalya-Gündoğmuş, Fethiye-Hisarönü, Marmaris-Kumlubük ve Marmaris-Turgutköy'de yangın tahliye operasyonlarına devam ediyor. AKUT’un bu güne kadar 184 kişi, 2 cenaze ve 283 hayvanın tahliyesini gerçekleştirdiği bildirildi. Ayrıca alınan bilgiye göre, AKUT Ankara ekibinin Marmaris operasyonunda; Bayır Köyü yolunda iki noktada termal drone uçuşları yaparak, duman tüten bölgelerde alev olup olmadığının kontrolünü sağladığı belirtildi. Bu çalışmaları, Marmaris Kaymakamı Ertuğ Şevket AKSOY‘un da yerinde inceleyerek bilgi aldığı ifade edildi. Ayrıca Marmaris Belediye Başkanı Mehmet Oktay’ın da AKUT Marmaris ekibini ziyaret ederek, teşekkür ettiği belirtildi.
DÜNYAGÖZ SMILE LAZERDÜNYAGÖZ SMILE LAZERGöz tedavisinde 3. nesil lazer teknolojisi: Smile Lazer 1992 yılından beri göz kusurlarının tedavisinde kısa sürede gözlük ve lensten kurtulmanın yolu olan lazer teknolojisi her geçen gün gelişiyor. SMILE, miyop ve astigmatı olan hastalar için yeni bir tedavi yöntemi olarak tıp dünyasını sarsıyor. SMILE lazer teknolojisiyle, miyop ve astigmatta çok düşük ve çok yüksek derecelerde bile başarılı sonuçlar alınıyor. Göz kuruluğu problemi yaşayan hastalar artık bu yöntemle güvenle tedavi olabiliyor. Dünyagöz İzmir Hastanesinden Op. Dr. Hülya Bolu'nun konuyla ilgili açıklamaları şöyle: Özel bir Femto Lazer’le uygulanan SMILE lazer yönteminde göz bozukluğu korneadan flep kaldırılmadan düzeltilebiliyor. Lasik ve Lasek’e göre yeni olan bu yöntemin en büyük avantajı LASIK’te olduğu gibi korneada flep diye adlandırılan kesinin yapılmamasıdır. Türkiye’de uygulamasında öncülerinden olduğum SMILE (Small Incision Lenticule Extraction)’ın miyopi ve astigmatizma tedavisinde çok güvenli bir yaklaşım olduğunu ve LASIK cerrahisindeki flep ile ilgili komplikasyonların bu cerrahide olmadığını belirtmek isterim. Refraktif cerrahide PRK, LASEK, LASIK ve Femto-Lasik’in son 20 yıldır miyopi, astigmatizma ve hipermetropi gibi refraksiyon kusurlarının tedavisinde başarılı ve etkin bir şekilde kullanılıyor. SMILE yöntemiyle bu hastalarda yeni ve güvenilir bir tedavi alternatifi ortaya çıktı. Standart Femto-Lasik tekniği kornea tabakasından flepin (korneadan kaldırılan kapakçık) kesilerek kaldırılması ve korneada gerekli lazer uygulamasının yapılıp flepin yerine kapatılmasıdır. SMILE yönteminde ise kornea dokusu yüzeyde kapak (flep) oluşturulması amacıyla kesilmez. Gözde düzeltilmesi planlanan numaranın karşılığı olan ve korneanın içinde şekillendirilen disk şeklindeki bir doku özel bir femto laser uygulanarak hazırlanır. Bu işlem sırasında hasta gözünde kontakt lens benzeri bir lensten baska birşey hissetmez. Sadece bir ışığa bakmaktadır ve yanlışlıkla yapılan küçük göz ve baş hareketleri ile bir problem oluşmaz. Bu oluşturulan disk şeklindeki parçacık düzeltilmesi gereken göz bozukluğu kadardır. 2 mm lik küçük bir lazer kesisi ile bu parça doktor tarafından dışarı alınır. Bu parçanın alınması ile göz numarası tamamen düzeltilmiş olur. Tüm bu işlem sırasında hasta küçük bir baskı dışında birşey hissetmez ve rahatsız olmaz. Göz kuruluğu yaşamadan tedavi mümkün SMILE yönteminin en önemli özelliklerinden biri, hastada kuru göz oluşturmaması ve kuru gözlü hastalara da uygulanabilmesidir. Klasik yöntemlerle kornea tabakasında hazırlanan flep kuru göze sebep olabilir. SMILE yöntemi flepsiz olması ve korneada sadece küçük bir kesiden yapılabilmesi nedeniyle kuru göze neden olmaz ve kuru gözlü hastalarda rahatlıkla uygulanabilir.Kuru göz, flep hastalarında çok başarılı sonuç alındığında bile keyifsizlik yaratabilir ve takip edilmesi gereken bir durumdur. SMILE kesisi 2 mm oldugu icin korneayı besleyen sinirlere zarar vermez ve kuru göz oluşturmaz. Korneası çok ince ve göz numarası yüksek olan hastalarda bu yöntemden faydalanabiliyor SMILE yönteminin kornea kalınlığı ince olan hastalarda PRK/LASEK tekniklerine göre kornea mekaniğini çok iyi koruyor. Bu yöntem, miyopide -10 numaraya, astigmatizmada da -5.0 numaraya kadar tedavi şansı veriyor ayrıca flep oluşturulmadığı için de kırışıklık sorunu olasılığını ortadan kaldırıyor. Yaklaşık yarım mm kalınlığındaki korneanın yapısını koruyan öndeki ¼’lik bölümüdür. Bu bölüme hiç dokunulmaması ve flep oluşturulmaması kornea dokusunun yapısını korumada çok önemli bir gelişmedir. Sporcular avantajlı SMILE yöntemi, hastanın korneasının mekanik gücünün korunmasında diğer yöntemlere göre önemli bir avantaj sağlıyor. Özellikle sporcular (darbe alınabilen tüm sporlar, dalış, statik güç harcanan ağırlık sporları, açık havada soğuk ve rüzgar şartlarında yapılan sporlar vb. ), itfaiye çalışanları, polis ve asker gibi mekanik travmalara maruz kalma olasılığı yüksek olan kişilerde bu yöntem daha avantajlıdır. Spor yapan kisilerde önemli bir avantajda kişinin çok kısa sürede, yaptığı spora dönebilmesidir. Darbe alınan sporlarda bile 72 saatte tekrar spora başlanabilir. Ve ozel bir korumaya gerek olmaz.
İZMİR'DE TANSA VARDIİZMİRİzmir’de bir zamanlar “TANSA” vardı Yetersiz beslenme temel olarak bireylerin sosyo-ekonomik düzeylerinin düşük olmasıyla ilişkilidir. Bireylerin doğru gıdaları tüketmelerinin yanında, sağlıklı bir süreçte üretilmiş gıdaları da tüketmeleri önemlidir. Burada başlıca sorumluluk yerel yönetimlere düşmektedir. 1973 yılında Rahmetli İhsan Alyanak başkanlığındaki İzmir Belediyesince bu fikirden yola çıkılarak halka ucuz et sağlamak amacıyla “Tanzim satış” veya “TANSA” kurulmuştu. Eski belediye otobüsleri gezici satış mağazalarına dönüştürülmüş, uygun fiyatlı ve sağlıklı temel gıda maddeleri halkın ayağına kadar götürülmüştü. “TANSA” üreticiyi de tüketiciyi de koruyan bir modeldi ve sonraki süreçte “TANSAŞ” marketlerine dönüşmüş, İzmir'den Türkiye'ye yayılan ulusal bir marka haline gelmişti. 1996 yılında hisselerinin %32.98'i halka açılmış, 1999 yılında ise özel bir şirketin malı olmuştu. 1970'li yıllarda süpermarketler bilinmez, günlük ihtiyaçlar mahalledeki bakkaldan sağlanmaya çalışılsa da, çoğu zaman aranan şeyler bulunamazdı. Bakkala sarkıtılan alış-veriş sepetleri boş kalsa da, veresiye defterleri pahalılık nedeniyle kabarırdı. Mahallenin en itibarlı kişilerinden olan bakkallar kısıtlı miktarda gelen margarin, çay, şeker, pirinç gibi gıda maddelerini sadece devamlı müşterilerine ayırırlardı. Alım gücü zaten yetersiz olan halkın sağlıklı temel gıda maddelerine uygun fiyatlarla ulaşması zordu. Tüpgaz evlere 1960’lı yıllarda girse de, bulmak pek mümkün olmazdı. Elektrikler kesildiğinde ve elektrik olmayan köylerde kullanılan lambalar veya pompalı mutfak ocaklarında kullanılacak gaz için saatlerce kuyruklarda beklemek gerekirdi. Bu nedenle İzmir belediyesinin öncelikle pazar yerlerinde ve Konak semtindeki merkez mağazada, sonraları satış otobüsleriyle mahallelere kadar giden ve İzmir Fuarında tüm ülkeye tanıtılan “Tansa” ile halkın temel ihtiyaç maddelerine ucuz ve kaliteli olarak ulaşması sağlanmıştı.
NEMRUT, SÜPHAN VE AĞRI'NIN ZİRVELERİNDENEMRUT, SÜPHAN VE AĞRINemrut, Süphan ve Ağrı'nın zirvelerinde Urlalı Yörüvecez grubunun iki üyesi Mehmet Namık Esen ve Metin Esen, Ege'nin keyifli rotalarından Türkiye'nin en yüksek dağlarının zirvelerine yürüdü. Deneyimli gruplarla tırmanışın heyecanını yaşamak için çalışmalara başlayın bizce... Yörüvecez grubumuzdan 2 arkadaş Verçenik Dağcılık ve Doğa sporları kulübünün “3 zirve ve Anadolu’nun çatısına yolculuk” etkinliğine katılmaya karar verdik. Sevgili Mehmet Namık Esen abimin bu ikinci Ağrı zirvesi olacaktı, benimse ilk. Oldukça heyecanlıydım. Çok zorlu ama bir o kadar keyifli bir süreç bizi bekliyordu, günler öncesinden hazırlıklarımıza hem ekipman, hem de performans olarak başladık.
AİGAİ'DE BİR GÜNAİGAİAigai de geçen bir gün ve susuz kentte yaşanan bin yıl Adının eski Yunancada keçi anlamına gelen ilginç bir ismi var. Aigai kentini Yunanistan’ın kuzeyinden gelen Aoiller’in kurduğu düşünülüyor. İlk Aoiller’in tahminen MÖ 11. yüzyılda Batı Anadolu’ya geçip burada çeşitli kentler kurdukları biliniyor. Bu yüzden Gediz, Bakırçay, Yunt Dağı'nın batısı ve Midilli Adası bölümü AOLİS bölgesi diye adlanıyor. Herodot’a göre Kyme antik kenti 12. yüzyılda, Neonteikhos 1112, Symrna 1102 yılında kurulmuş. Bölgenin en zengin kenti ise Erythrai kentine de etki edecek kadar güçlü olan Kyme. Bana göre Aigai, Aoiller’in Batı Anadolu’da kurdukları liman kentleri korusun diye denizden 12 kilometre uzakta bir tepede Kyme’nin izniyle kurulmuştur. Buluntular ışığında diyebiliyoruz ki Aigai MÖ 7. yüzyılda kurulmuş ve kentte yaşam MÖ 3. yüzyıla kadar sürmüş. Anadolu’yu kasıp kavuran Vizigot ve Ostrogotların korkusundan kent halkı, evlerinin kapısını penceresini taşlarla örerek geri gelmek ümidiyle şehirlerini terk etmişler ama geri dönememişler. Sadece 13. yüzyıla doğru Bizanslılar buraya kısa süreliğine de olsa gelmişler. Kentte Bizans döneminden kalma kilise kalıntısını belirgin şekilde görülüyor. İyi ki, kent burada kurulmuş; çünkü keçi yetiştiriciliği ile uğraşan halk, Bergama’nın ihtiyaç duyduğu parşömenin üretiminde en büyük yardımcı olmuş. Tarım, ticaret ve zanaatkârlıkla uğraşan yöre halkının köylerde ve büyük çiftliklerde yaşadığı düşünülüyor. Şunu söylemeliyim ki bu kenti kuran halkın kültür ve gelir düzeyinin çok yüksekmiş. Böyle olmasa o agora binası, tiyatro, meclis binası, Atena tapınağı, macellum bir plan ve estetik içinde inşa edilebilir miydi? Hele Akropol de hiç su olmadığı halde ve su sorunun hayvanlarla taşınarak çözüldüğü yerde yıllarca yaşanması ve iki tane hamamın da yapılması müthiş bir iş. Nüfusunun ne kadar olduğu konusunda kesin bilgi yok ama tiyatronun kapasitesi belli olunca çarpı 10 yaparak hesap edebiliriz. Söylenen o ki şehir içinde yaşayan insan sayısı 3000 dolaylarındadır.
SOYER'LE BASMANE GEZİSİSOYERBaşkan Tunç Soyer’le üçüncü Basmane gezisi İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer’le üçüncü Basmane gezisine Kervan Köprüsü’nden başladık. Farkına varmadan her gün üzerinden binlerce insanın geçtiği tarihi köprünün görünür olmasını istediğimiz için buluşma yerini Kervan Köprüsü olarak belirledik. İsteklerimiz arasında köprünün kuzeye bakan cephesine seyir terası yapılması vardı… Şairlere, ressamlara, öykücülere, sinemacılara esin kaynağı olabilecek köprünün mimari özelliklerini sanat tarihçisi Ayşegül Güngören anlattı.
KABALAKABALAKişinin yaratılışı ve realitenin içinde kendi yerini ve yaratılış doğasını araştırmanın metodu: KABALA İnsanın yaşam yolculuğunda yıldızların önemi büyük... Herkesin kendine özel bir doğum haritası var ve bu haritaya göre mutluluk günleri, maddi kolaylıklar, zenginlikler, acılar konusunda öngörülerde bulunmak mümkün... Doğum haritası danışmanı ve Kabala konusunda uzun süredir çalışma yapan Özümcan Aslantürk ile astroloji ve son zamanlarda bir hayli tartışılan Kabala hakkında konuştuk.
ERASMUSERASMUSYAŞASIN DELİLİK Erasmus “Eserimin şakacı edasından rahatsız olacak kişilerden rica ederim; Bu tarzda ilk yazarın ben olmadığımı, bunda kendimden önceki bir takım adamların örneklerine uyduğumu lütfen göz önünde tutsunlar. Homeros kurbağalarla farelerin savaşını anlatmıştı, Romalı Virgilius küçük sinekler hakkında, Ovidius cevizler hakkında şiirler yazmıştı. Glachus haksızlığı, Synesius kelkafalıları, Lucian ise sineklerle haşeratı övdüler. Romalı Seneca imparator Claudius’a övgüyü şakacı bir eda ile yazdı. Benim yaptığım onların yolunu takip ederek deliliğe methiye yazmaktan ibarettir” Rotterdamlı Erasmus “İnsanın her yaptığından memnun olmasından daha delice bir şey olur mu” diye sorar durur… Bu ayki “Ustam Bellediklerimde” başka bir usta vardı, onu gelecek ay anlatacağım ama yangın ve sel felaketleri derken hâlâ ve henüz her yaptığından memnun olanları görünce adını bizim öğrenci tayfasının pek sevdiği ama kendisini çok da merak etmediği Erasmus’ta karar kıldım. Bu yazı dizisini planlarken Erasmus’u sıraya alıp almayacağımı bilmiyordum açıkçası. Ama Johan Huizinga’nın ‘Erasmus ve Reform Çağı’ kitabını okuyunca fikrim değişti. Kitap benim en sevdiğim yönü olan gezginliğine merhaba diyor öncelikle… Erasmus’un gençliğinin, gezgin bir bilim adamı olarak geçirdiği yılların, İngiltere, Fransa, İsviçre ve İtalya’da yaptığı çalışmaların, Thomas More’la arkadaşlığının ve Martin Luther’le yaşadığı anlaşmazlıkların izini sürüyor. 16. yüzyılda Erasmus, Avrupa’nın en ünlü isimlerinden biriydi. Hem kraliyet ailesinin hem de üniversitelerin hizmetleri için sıraya girdikleri engin bilgiye sahip olduğu düşünülen bir adamdı.. Hümanizm diye bir şey biliyorsak bunu ilk tanımlayanlardan biriydi Erasmus. Enchiridion’un mesajı Erasmus’un ömür boyu süren çalışmasının mesajı olarak kalacak şeydi: “Bu dünyada cisim ile gölgesinin birbirinden iyice ayrışması ve bu dünyanın saygı göstermemesi gereken kimselere bile saygı göstermesi ne fenadır; körü körüne sevme, tekdüzelik ve düşüncesizlikten oluşan bir gözbağı insanlığın şeyleri olduğu gibi görmesini engelliyor.” Öyleyse ilk sorumuzu soralım aydınlanma adına, “Avrupa hümanizmin ortaya çıktığı dönemde ne durumdaydı” Tabii ki yeryüzünün tek hakimi Kilise… Tabii ki ruhbanlar… Kilise inanılmaz bir otorite halinde, yani kilisenin herhangi bir tavrının, davranışının, herhangi bir öğretisinin, herhangi bir hamlesinin sorgulanması gibi bir şeyi değil düşünmek, akıldan dahi geçmiyor. Çünkü karanlık çağdan çıkılmış, salgınlar, hastalıklar, açlık, sefalet atlatılmış, okuma-yazma oranı inanılmaz derecede düşük. Kilise İncil öğretilerini kendi istediği gibi çok güzel bir şekilde halka yansıtıyor. O da istediklerine. İstemediklerine sadece ve sadece kendi istediklerini aktarıyor. Daha sonra Hitler’de göreceğimiz şeyleri söylüyor Kilise: “Siz günahkârsınız. Bu dünyaya da günahkâr olarak günahlarınızdan arınmak üzere gönderildiniz. Bu sebepten dolayı dünyevi zevklerinizden, dünyaya ait herhangi bir şey yararlanmayın. Gidin, ahiret hayatı yani öteki dünya için ne yapabiliyorsanız onu yapın ve bunun en iyi yolu da hem kiliseye yardım etmek hem de ‘fazla etliye sütlüye karışma’ olmaktan geçiyor” diyor.
ECE'NİN TAKILARIECEEce Dayıoğlu Holmes:“Yaptığım takılarda manevi değerler var” İnsan sevdiği işi yapınca ona ruhunu katıyor. Hal böyle olunca ortaya çok güzel işler çıkıyor. Ece Dayıoğlu Holmes de işine gönül verenlerden… Ürettiği her takının bir hikâyesi var. Takıyı bedeninde taşıyanlar bu hikâyelere hayat veriyorlar. Holmes, tasarladığı geometrik takıların, birinin odaklanmak isteyebileceği duygu ve nitelikleri simgeleyen belirli desenlere sahip olduğunu ve o takıyı kim taşıyorsa o duyguları yansıttığını dile getiriyor. Tarihi desenleri alıyor, el yapımı takılara dönüştürüyor. Takı olmayan farklı tarihi objelerde yer alan motifleri kullanmayı tercih ediyor. Bazen bir kilimin üzerindeki motifte, bazen bir çömleğin deseninde, bazen de bir mağara duvarında yer alan resimde buluyor aradığını. Tasarımlarının tarihi ve simgesel dayanaklarını paylaşmaya önem veriyor. Bu sayede o takının arka planındaki düşünsel süreci aktardığını düşünüyor. En yaratıcı ve en güçlü hissettiği yer tezgâhı… Metale biçim vermeye başladığında yaşadığı duyguyu şu sözlerle anlatıyor: “Sanki o an dünya duruyor da bir ben tıkır tıkır çalışıyorum.” Markası Double Moon Design… Tasarımlarında daha çok gümüşü kullanıyor. Bu adı tercih etmesinin nedeni, gümüş ve Ay arasında kurduğu benzerlik… Holmes, “Hem Ay hem de gümüş aslında pasif olarak durur ve parlamak için farklı bir kaynaktan gelen ışığa ihtiyaç duyar. Beni gümüş ve Ay’a çeken şey, onların yansıtıcı doğası.” diyor. Ece Dayıoğlu Holmes ile takılarının hikâyesini konuştuk.
TAKSİYARHİS KİLİSESİNDE RAHMİ KOÇ MÜZE SERGİSİTAKSİYARHİS KİLİSESİNDE RAHMİ KOÇ MÜZE SERGİSİ1873’de, Taksiyarhis Kilisesi günümüzde, Rahmi M. Koç Müzesi Çam ağaçlarının boyunlarını denize uzattığı, yeşil ile mavinin kucaklaştığı, Kuzey Ege’nin incisi ve gülen yüzü diye bilinir Ayvalık. 22 adası, tabiat parkı, uzun kumsalları, mezeleri, papalinası, zeytini, zeytinyağı, doğal sabunu, tarih kokan sokakları, kedileri, sardunyaları, kırmızı mercanlarıyla, kültür ve sanat çeşitliliğiyle ilgi odağı olan bu kentin sokaklarını dolaşırken adeta kaybolmak geliyor insanın içinden. Kaybolmaktan da öte, asırlar öncesi, gelişigüzel döşenmiş taşlardan sekerek girdiğiniz sokaklarda yeni mekanlarla karşılaşmak, sürprizler yaşamak istiyor insan. Ayvalık Belediyesi’nde işe ve Ayvalık’ta yaşamaya başlayalı bir yılı çoktan geçti bile! Geldiğim günden beri hep aklımda. Rahmi M. Koç’un Cunda Taksiyarhis Kilisesi’ni restore edip, müze olarak kazandırdığı muhteşem binayı ziyaret etmek istiyordum. Yaklaşık 13 yıl önce Ayşe ile geldiğimde kapısı bacası olmayan sahipsiz bir kilise olarak ayakta durmaya çalışıyordu Taksiyarhis Kilisesi. Restore edildiğini duyduğumda çok mutlu olmuştum. Sergilenen metaryalleri, kilisenin mistik havasında görmeyi çok istiyor, fırsat bulamıyordum. Önce Covid-19 pandemisi, ardından yaz sıcakları araya girince ertelediğim müze gezisini nihayet yapabildim. Saatlerce dolaştım zemin katta, bir üst katında, muhteşem deniz objeleri, çocuk oyuncakları, sualtı malzemeleri, yıllar öncesinin taşıma araçları, faytonlar, motosikletler, dalgıç elbiseleri, daktilolar. Yazmaya başlasam, sayfalar dolusu materyal.
MURAT BATIKAN AVCIMURAT BATIKAN AVCIMURAT BATIKAN AVCI: “İyi olan her rol her platformda benim için devamlılık arz eder” 33 yıldır oyunculuk yapan Murat Batıkan Avcı, kurucusu olduğu “Profesyonel Artı Sonsuz (P.A.S.) Yapım Prodüksiyon Organizasyon” ile birlikte önemli işlere imza atıyor. Önce Kara Fatma, ardından Kazım Karabekir ve şimdi Hasan Tahsin ile “Ben” serisine devam eden Avcı, sorularımızı yanıtladı.
FEERNANDO BOTEROFEERNANDO BOTEROİroninin, anıtsal ve hacimsel olanın ressamı Fernando Botero Milen Kundera’nın ünlü romanı "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"nin kahramanlarından Thomas, oturduğu evin penceresinden karşıdaki evin kör duvarlarına bakarak kendi geçmişini düşünür. Eğer geçmişteki seçimlerini yapmamış olsaydı acaba yaşamı nasıl olurdu? Şu anki konumu-durumu-mutsuzluğu yine de olur muydu? Bu hesaplaşmaya herkesin farklı bir yorumu olsa da hepimiz bir dönem bu gibi durumlar içinde buluruz kendimizi. Esas isteğimiz kendimiz olmaktır. Hayata sevdalanmak da diyebiliriz buna. Çünkü o zaman “Nasıl yaşamalı” sorusunun peşine düşmüşüzdür. İnsanların belirli dönemleri vardır. Hele kendini şekillendirdiği çocukluk ve ergenlik dönemi yaşamını oluşturacağı bir takım kararların verilmesinde çok belirgin rol oynar. Her hayat hikâyesinin kendine göre zorlukları vardır. Bu söz derinlik katmayı başarmış, abartılı resimleriyle 21. yüzyılın en özgün sanatçılarından biri olmayı başarmış Fernando Botero için de geçerli. Botero, kült olmuş birçok ressam ve heykeltıraş gibi, en azından tek bir yönüyle sanata ilgisi olan herkesin tanıdığı biri: “Hani şu şişman insanlar çizen adam.” 1932 doğumlu Botero, boğa güreşçisi olması beklenirken sanatçı olan bir Kolombiyalı. İroninin, anıtsal ve hacimsel olanın ressamı... Sanat kariyeri boyunca çeşitli kültürlerin arasında bulunmuş, kendini yeniliklere açmış ve onlardan aldığı ilhamla birçok çağdaşından farklı bir sanat dili ortaya koymuş. Gençken etrafındakilerin, “sanatçı olmak aç kalmak demek” uyarısına rağmen, bugün dünyanın en çok kazanan sanatçılarından biri. Alışılmışın dışında, sıradanlıktan uzak özgün resimleriyle gönülleri fethediyor. Koleksiyon yaptığı eserleri bağışlayan ve Latin Amerika’da dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Botero Müzesi’ni kuran ressam, günümüzde hala eserler vermeye devam ediyor. Her sanatçının, eserlerini yansıtırken onu diğerlerinden ayıran kendine özgü bir tarzı, bir tekniği varsa işte Botero’nun da resimlerinin kimliğini, her birine ayrı bir ruh yükleyen tombul sevimli figürleri oluşturur. Ayrıca resimleri biçim sadeliğiyle de öne çıkıyor. Botero dünya çapında o kadar çok seviliyor ki eserleri en çok satın alınan sanatçılar arasında yer alıyor İki yaşındayken babasını kaybeden Botero için dayısı onun boğa güreşçisi olmasını arzuluyor. Dayısının isteği üzerine matador yetiştiren bir okula kaydoluyor. Ta ki karşısına 300 kilogramlık bir boğa çıkıncaya kadar. Boğanın gözlerinin içine bakınca işler değişiyor. Bir söylentiye göre boğanın çarpması sonucu okulu bırakıyor. O tarihten sonra boğa güreşi, matador, sirk ancak resimlerinde yer buluyor. Kendisi bu konuya şöyle açıklık getiriyor: “Boğa güreşini çizmeye cesaret ettim, çünkü bu konuyu çok iyi biliyordum. Bir konuyla benliğiniz arasında güçlü bir ilişki yoksa çizemezsiniz.” Bu zorlu dünyada, bir yalnız kahraman olarak yol alıyor. Sanat akımlarıyla boy ölçüşmeye hazır, kulağı tetikte, karşılaşmalara açık, kendi bireysel sanatını arayan birisi olarak çıkıyor bu yalnız kahraman. Daha 1949’larda üzerinde hiç düşünmeksizin, düzeltmeksizin yaptığı işlerini bugünden ayırt edilmeyecek kadar yüksek bir estetik bilinçle çizmeye başlıyor. Daha henüz on altı yaşındayken yaşadığı Medellin kentinin en ünlü gazetelerinden biri olan El Colomiona’da illüstrasyonları yayınlanıyor. 1952’de Ulusal Resim Yarışması’nı kazanıyor, karşılığında ödül olarak 7 bin Peso kazanıyor. Bu para üç yıl boyunca Avrupa’da yaşamasını ve eğitim almasını sağlıyor. Madrid’e taşınıp sanat okumaya başlıyor. Sanat eğitimini İspanya’da San Fernando Güzel Sanatlar Kraliyet Akademisi’nde tamamlıyor. Her ne kadar eserleri çeşitli sergilerde yer alan ödüllü bir ressamın para kazanamaması kulağa çılgınca gelse de başlarda İspanya’daki turistlerin istediği kopya resimler yapıyor ve zamanla sanatıyla geçirmeyi başarıyor. Daha sonra İtalya’ya gidiyor ve İtalyan ustalar hakkında okumaya, onların eserlerini tanımaya başlıyor.