NİSAN 2022 İzmir Life 21. yayın yılını sürerken, Nisan 2022 sayısında BAYETAV tarafından gerçekleştirilen “Türkiye’de Bir Arada Yaşarız” araştırmasının geniş bir özetini dosya konusu olarak okurlarına sunuyor.
TÜRKİYE'DE BİR ARADA YAŞARIZ ARAŞTIRMASITÜRKİYEBir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı’nın (BAYETAV) yürüttüğü “Türkiye’de Bir Arada Yaşarız” araştırması İzmir’de kamuoyuna açıklandı. Prof. Dr. Ferhat Kentel araştırma bulgularını özetlerken KONDA Araştırma ve Danışmanlık Şirketi Genel Müdürü Bekir Ağırdır, araştırmanın ortaya çıkış hikayesini anlattı. BAYETAV Başkanı Ali Rıza Çelik ise vakfın kuruluş amacını ve planlarını kamuoyu ile paylaştı. Araştırma, toplumda önyargı ve gerilim üreten, bir arada yaşamayı zorlaştıran atmosferin sebeplerini anlamak ama aynı zamanda söz konusu atmosferi aşmak ve “bir arada yaşamak” için toplumun sahip olduğu potansiyeli ortaya çıkarmak üzere hazırlandı ve gerçekleştirildi.
METAVERSE VE MİMARLIKMETAVERSE VE MİMARLIKMetaverse evreninde mimarlığın geleceği Mekansal deneyimin geleceğini araştıran dünyaca ünlü sanat, tasarım ve medya stüdyosu Space Popular’ın kurucularından Fredrik Hellberg ve Lara Lesmes metaverse evreninde mimarlığın geleceğini değerlendirdi. Metaverse’ün mimarlık alanında yeni bir uzmanlaşma biçimi doğurabileceğini öngören iki ortak, bağlamı anlamanın ve kimin hangi beceri setine sahip olduğu konusunun fark yaratacağını düşündüklerini ifade etti. Space Popular’ın kurucularından Fredrik Hellberg, metaverse’ün yeni bir şey olmadığını, uzun zamandır hayatımızda olduğunu söyledi. 2006'dan bu yana sanal dünya ile ilgili araştırma yaptığını ifade eden Hellberg: “2006'dan bu yana öğrenci olarak dijital olmayan sanal alanlar ve rüyalardaki mekanlar ile ilgili araştırma yapıyorum. Şu anda olanın çok yeni bir şey olduğunu düşünmeye meyilliyiz. Ancak, sanal dünya çok uzun zamandır etrafımızdaydı.” ifadelerini kullandı. “Metaverse internetin evrimi” İnternetin günümüzde hayatın büyük bir parçası olduğunu, metaverse’ün ise yalnızca internetin bir evrimi olduğunu belirten Space Popular’ın kurucu ortağı Lara Lesmes: “Metaverse kelimesini sanki tüm bunlar yeni bir şeymiş gibi gösterdiği için kullanmaktan kaçınmaya çalışıyoruz. Bunun yerine sürükleyici internet veya sürükleyici web kelimesini kullanıyoruz. Artık dijital araçlar aracılıyla üç boyutlu mekânda çalışmamıza izin veren yeni olanaklara sahibiz. Yani internete üç boyutlu olarak girebiliyoruz” dedi. "10 yıl sonra Meta bir mobilya firması olursa şaşırmam" Fredrik Hellberg açıklamalarını şöyle sürdürdü: “Bazı mimarlar kendilerini 'Metaverse mimarı' olarak yeniden adlandırıyorlar çünkü projeleri almak için iş çekmeyi umuyorlar. Tabii ki, şimdi tüm donanımların tasarımının oyuncular veya mimarlar tarafından değil teknoloji şirketleri tarafından tasarlandığını görüyoruz. Ürünü bir kutuya koyup evinize gönderiyorlar. Sonra siz onu takıyorsunuz ve tüm sanal dünyayı o cihaz ile deneyimliyorsunuz. Bugün, Meta gibi şirketlerin ve bu projenin bir parçası olan insanların, kullanıcıların evlerinin bu deneyime uygun olması hakkında gerçekten düşündüklerini görmeye başlıyoruz. Yani 10 yıl sonra Meta bir mobilya firması olursa şaşırmam.” “Çok daha ilginç mimarlık örnekleri de görebiliriz” “Şu an Metaverse’de arazi satın alıyorsunuz, bir ihtimal fiyatları yukarı çıkıyor ve para kazanıyorsunuz. Kumarhanede para kazanmaya benziyor" diyen Lara Lesmes, "Oysa daha ilginç örnekler de var. Belki VR Chat gibi sosyal VR platformları gerekli donanıma sahip kişilerin bir araya gelip mekân yaratma motivasyonuyla hareket edebilir, ilginç mimarlık örnekleri görebiliriz” dedi.
NİŞLİ AİLESİNİŞLİ AİLESİİleri görüşlü bir tüccarın bilim insanı torunları: Nişliler Dedeleri Balkan bozgunundan önce Niş’ten Anadolu’ya kaçan, servetini kaptırmayıp İzmir’de gayrı Müslimler arasında zekasıyla kendine yer edinen bir tüccardı. Torunları bilimi ticarete yeğledi; şehrin her bir yanına izlerini bırakan doktorlar, mimarlar, mühendisler oldular. “Biz buralarda kalmayacağız, buralarda tutunamayız, bu topraklar gidiyor. Anadolu’ya göçmemiz lazım.” Yer, Balkanlar; zaman 1870’lerdi. Osmanlı ordusu Batı seferlerinde Niş’ten geçer, iaşesini Nişli tüccar Hacı Ali Kurdoviç’ten sağlardı. Tüccar Süleyman Bey’in oğlu Kurdoviç, bir sefer sonrası bu sözü söyledi; eşi Ayşe Hanım, çocukları ve kardeşi Derviş Mehmet’le birlikte Anadolu’ya göçtü. Küçük kardeşi Seher Hanım, eşiyle Niş’te kaldı. Daha ortada Balkan Savaşları yoktu fakat güçlü devletlerin kışkırttığı Balkan toplulukları ayaklanıyordu. Nitekim ilk önce -Osmanlının ilk milliyetçi ayaklanmasını yapan- Sırbistan ayrıldı. 1878’de Niş Sırbistan topraklarında, Nişli tüccar Kurdoviçler Anadolu’daydı.
ŞÜKRÜ ERTÜRKŞÜKRÜ ERTÜRKAtatürk’ün gözlerini konuşturan sanatçı Şükrü Ertürk Ata’nın konuşan gözleri Şükrü hocamızın bir özel eseri de Atatürk portresidir. Kendisinin de iddiası bu yönde; "Ata’nın gülen gözlerinin, sizi izlemesi için çok çaba sarf ettim. Bu çabam bana [Atatürk’ü gülen gözlerle sunan sanatçı ŞÜKRÜ ERTÜRK] ünvanını kazandırdı’’. Yani hocamız Büyük Önder Atatürk’ün gözlerini konuşturmuştur. Bu çalışmanın hikâyesini de sevgili Hocam şöyle anlatıyor; "Banknot matbaasında çalışıyorum, üretiyorum; ama bazen de kıskançlıklarla boğuşuyorum. İstiyordum ki banknotun ön yüzü için bir özel Atatürk portre gravür çalışmam olsun. Pek çok eserim banknotların arka yüzünde kullanıldı ama ön yüz Atatürk portresi çizimleri için hiç görevlendirilmemiştim. Evet, banknotların arka yüzü çalışmalarını yapıyordum; ama paranın ön yüzü çalışmasında da görev almak istiyordum. Buna sebep ise, paramızın ön yüzündeki Atamızın resimleri benim kriterlerime göre ona tam benzemiyordu. Yüreğimin yandığı nokta burasıydı. Bu konuda Avrupa’daki eğitimlere katılıyor, evde de kendi kendime çizimler yapıyorum, yani bu konuda kendimi hazır hissediyordum. 1990 yılında Merkez Bankası 100 binlik kâğıt para basımını planladı. Hatta bu paraların tedavüle çıkması için yurt dışındaki bir kuruluşa kalıplar bile sipariş edilmişti. Ben ve grafik tasarımı yapan Hüseyin Şaşmaz arkadaşımla gözlemci olarak oradayız. Üstelik tüm bu işlemleri De La Rue Giori şirketinin sanatçı ve teknisyenleri yapacaktı. Ben bir yandan çalışmaları izlerken bir yandan da portre çalışmamı orada yapıyorum. Ayrıca Atatürk portresi yapmam için bana hiç kimse yazılı ya da sözlü görevlendirme de yapmadı. Üzerinde çalıştığım fotoğraf, Atatürk’ün fotoğrafçısı Cemal Işıksel tarafından çekilmiş. Mustafa Kemal’in direkt objektife bakan bu resmini, yurt dışındayken ülkeye dönmeden polyester aydınger kâğıda yaptım. Yanımdaki masada diğer çalışmalarını sürdüren İtalyan hocam Çionnini, bu çalışmamı görünce beni yüreklendirdi. Eseri yaklaşık 17 günde bitirmiştim. Banknot için gerekli orijinal çizim ve filmleri elde ettikten sonra Ankara’ya döndüm. Başarıyı yakalamak için şansımı zorlamak zorundaydım. Hazırladığım portreyi önce Banknot Matbaa Müdürümüze gösterdim sonra da Emisyon Genel Müdürüne. O ise, bu beğendikleri çizimimi, benden alıp Merkez Bankası Müdürü Rüştü Saraçoğlu’na gösterdi. Tüm yetkililerinin beğenisi ve onayından sonra çelik kalıp üzerine portre çalışmasına heyecanla başladım. Üzerinde çalıştığım bu fotoğraf, Hürriyet gazetesinin 1978 yılı Atatürk albümünde yayınlanmıştı. O bize bakan gözleri, konuşturup çelik kalıba en iyi şekilde işlemem gerekir diye düşündüm. İşin zor tarafı buradaydı. Aylarca bir fotoğrafa bir de çelik kalıba baktım. Bu arada tüm Atatürk’le ilgili ne kadar kitap elime geçtiyse hepsini okudum. Onu iyice tanımadan onun başarılı portre çiziminin olamayacağını düşünüyordum. Çünkü o bir deha ve bakışlarındaki gizem hala çözülememiş. O ifadeyi en iyi şekilde aktarmam gerekiyordu. İçselleştirdiğim Atatürk’ü yaratmalıydım. Günde 4-5 saat çalışıyorum, milimetrekareye bazen 80 çizgi düşüyordu. Benim için delice bir koşuşturmaydı. Tam 4 ay sonra gravür hazırdı. Portre çelik kalıp ise 52x36mm ebadında idi. Dudağa adımı yazdım Bu güzel eserimin benim olduğunu ve bir Türk sanatçının bunu başardığını belgelemem gerekiyordu. Çünkü banknot işlevsel bir baskı resimdi ve yurt dışındaki sanatçılar gravür çalışmalarında eserin üzerine adlarını kazırlardı. İlerde silinebilmesin diye de alt dudak çizgilerin arasına çıplak gözle görülemeyecek şekilde Ş.ERTÜRK yazıverdim. Kimseye de bundan hiç bahsetmedim. Yalnız bu sırrımı, yurt dışında kalıbı çok ince mikroskopla inceleyen teknisyen tespit etmiş ve çelik kalıbı yurt dışına götüren arkadaşıma göstermiş. Yani bu gizli imzayı yıllarca 3 kişi biliyordu. Oysaki banknot matbaaları için çalışan Avrupalı sanatçılar eserlerine imzalarını rahatlıkla atıyorlardı. Bizde böyle bir gelenek şimdiye kadar oluşmamıştı. İmzalar, belki de banknot için yaptırılan gravürler yabancılara yaptırılıyor diye eleştiri gelmesin diye yönetimce arzulanmıyordu."
HİTLER'İN DENİZALTILARINA GEÇİT YOKHİTLERTürkiye Hitler’in denizaltılarını Karadeniz’e sokmamıştı Hitler 1942’de Montrö sözleşmesini delmek için, Alman patenti ile imal edilen Atılay ve Saldıray denizaltılarını satın almayı teklif etmişti. 1914’de Osmanlı’nın 1. Dünya savaşına girmesine zemin hazırlayan Goeben (Yavuz) ve Breslau’nun (Midilli) Rus limanlarını bombalaması unutulmamıştı. İsimleri Atatürk tarafından verilmiş denizaltılar satılmamış, Almanların Sovyet donanmasına saldırma ve Türkiye’yi savaşa sokma planları suya düşmüştü. Karadeniz’e gemilerini sokamayan Alman Genel Kurmayı Kuzey Denizi’ndeki Kiel’de konuşlu küçük boyuttaki denizaltıları parçalar halinde karadan Tuna Nehri’ne taşımayı ve Karadeniz’e indirmeyi planlamıştı. 40 m boyundaki 6 adet denizaltı, Kaiser Wilhelm Kanalından deniz yoluyla Kiel’den Hamburg’a, oradan da Elbe Nehri üzerinden Dresten’e yüzdürülmüş, burada parçalanıp kamyonlara yüklenmiş, Romanya’da Köstence Limanına ulaştırılmıştı. Burada birleştirilen denizaltılar 27 Ekim 1942’den 23 Ağustos 1944’e kadar Sovyet donanmasına karşı 56 operasyon gerçekleştirmiş, 26 gemi batırmışlardı. Montrö Sözleşmesi gereğince Karadeniz’den çıkamayan Alman denizaltıları Romanya 23 Ağustos 1944'te taraf değiştirmiş, Köstence Limanı ve üç Alman denizaltısı Sovyet denetimine geçmişti. O sırada denizde olan diğer üç Alman denizaltısı; liman, yakıt ve malzeme desteğinden mahrum kalmıştı. Almanlar, bu kez de bu denizaltıları Türkiye’ye satmayı teklif edince; Türk yetkilileri Montrö Boğazlar Sözleşmesini ihlal etmeyerek savaşa taraf olmamışlardı. Bunun üzerine Alman komuta kademesi mürettebata; Türk karasuları dışında denizaltılarını batırma, karaya çıkarak Türk görevlilere teslim olma emrini vermişti. 10 Eylül 1944'te Türkiye kıyılarından karaya çıkan Alman denizciler, önce Beyşehir’de, ardından Isparta’daki özel kampta 2 yıl boyunca misafir edilmişlerdi. Kızılay’ın aylık maaş bağladığı askerler, günlük yaşama da katkıda bulunuyorlardı. Kimi hastanede doktorluk yapıyor, kimi ayakkabı üretiyor, kimi de fabrika ve atölyelerde bozulan makinaları tamir ediyordu. Almanlar 2. Dünya Savaşı sonrasında İtalya'daki Amerikan esir kampına nakledilmişlerdi. Mürettebatı tarafından Türkiye kıyılarında batırılan denizaltının kaptanı Rudolf Arendt; 1 Mart 1983'te Tümamiral rütbesiyle emekli olmuş, 1988’de “1942-1944 : Erinnerungen eines U-Boot-Kommandanten (1942-1944 : Bir U-Bot Komutanının Anıları)” isimli kitabı yayınlanmıştı. Kitabında U-Botların Kiel’den Köstence limanına otoyollardan ve suyollarından nasıl taşındığını, çevredekilerin üzeri brandalarla örtülü denizaltı parçalarını yeni bir silah sanmalarını ve Türkiye’de geçirdiği günleri ayrıntılarıyla anlatmaktadır.
MAVİ YOLLAR 3MAVİ YOLLAR 3İzmir'in mavi yolları 3 / Güzelyalı - İnciraltı Konak'tan yola çıkıp İnciraltı'nın en uç noktasına kadar bisiklet sürmek çok konforlu ve güvenli... Ama sahilyolu haricinde bisikletler insanların elinde geziniyor. Mithatpaşa Caddesinde bisiklet sürmek çok ama çok tehlikeli... Yokuşlara bisiklet asansörü istemek fazla talepkarlıkmı acaba? Üçkuyular'dan başlayıp Hatay Caddesi'nden İkiçeşmelik yolu ile Çankaya'ya ulaşan ayrıcalıklı bir yol neden yok?
REJİ'NİN KÜÇÜK ELLİ KIZLARIREJİReji geliyor… Reji geliyor… O günlerde, İzmir’deki yoksul Türk ve Yahudi mahallelerinde hem ailelerin, hem de çocuk yaştaki kızların duyunca en sevindikleri sözlermiş bunlar: “Reji geliyor...” Reji, yani Fransız Tütün İşletmesi’nin kısa adı… Rejinin adamları geldiğinde, yoksul ailelerin kızları, mahallede sıraya girerlermiş, büyük bir heyecanla… Uzatırlarmış o minicik ellerini rejinin adamlarına… Onlar, ince parmaklıları, ellerini beğendiklerini işe alırlarmış çünkü! O günün şartlarında bir iş sahibi olabilmek, o küçücük yürekler için ne kadar önemlidir, insan tahmin edebiliyor. 1900’lü yılların başında, İzmir’de, küçük bir kız çocuğunun para kazanıp ailesine katkı sağlaması büyük iş… Ama bir o kadar da zor… İzmir’deki ve diğer illerdeki sigara fabrikaları üretimlerine 1920 yılına kadar devam ederler… Kurtuluş Savaşı’nın hemen başlarında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Fransız şirketi ile olan antlaşmayı 13 Haziran 1921’de İzmir’de toplanan ilk İktisat Kongresi’nde fesheder. 22 Nisan 1933 tarihinde de, Türkiye Cumhuriyeti ile Osmanlı Düyunu Umumiye İdaresi arasında imzalanan antlaşma ile Osmanlı dönemi borçlarının tasfiyesine başlanır. 25 Mayıs 1954 tarihinde, Osmanlı döneminden kalan “Düyunu Umumiye” çerçevesi içindeki borcun tamamı ödenir. Bütün bu zaman sürecinde de İzmir Sigara Fabrikası’nda binlerce işçi çalışır. Ülkenin en eski sigara fabrikalarından biri olan İzmir Sigara Fabrikası ise, 29 Nisan 2002 tarihinde, sekiz filtreli, yirmi dokuz filtresiz makinesi ve yaklaşık bin üç yüz işçisiyle tam kapasite çalışırken kapatılır. Bir süre sonra, bakımsızlıktan ve ilgisizlikten makine parkı hurdaya gönderilir. Bugün ise, güzelim fabrika binasının ve arazisinin akıbeti hâlâ meçhuldür… Şimdi gelelim, fotoğraftaki şu sevimli kız çocuklarına… Çocukluklarını yaşayamadan kendilerini hayat mücadelesinin içinde bulan bu kızlar fabrikada büyümüşler, kazandıkları paralarla önce ailelerini geçindirmişler, sonra çeyiz düzüp kendileri ev kurmuşlar, çocuk yetiştirmişler… Hikâye buraya kadar bilindik, ancak hazin olan şu, küçücük bedenleri tütün fabrikasında büyüyen bu kızların hemen hepsi de akciğer rahatsızlıklarından, kanserden vefat etmişler, genç sayılacak yaşlarda... Alpay’ın ünlü şarkısı “Fabrika Kızı” geldi aklınıza değil mi? “Fabrikada tütün sarar, sanki kendi içer gibi / Sararken de hayal kurar, bütün insanlar gibi” Tütün zahmetli iş; ekerken, kırarken, dizerken, sararken… Tütün işi ile uğraşanların ölümlerinde akciğer rahatsızlıkları hep ilk sıralarda. Peki, bu kızlar neden çocuk yaşta oradaydılar? Neden Reji elleri küçük, parmakları ince olan çocukları işe alırdı? Soruların yanıtı kolay aslında…Öyle ya, eller küçük ve zarif, parmaklar ince olmalı ki, sigaralar da ince ve muntazam sarılabilsin… Çünkü sigara sarma makineleri henüz icat edilmemişti o yıllarda. İncecik sigaraların üretilmesi için, elleri küçücük, parmakları incecik çocuklara gereksinim vardı… Bir daha bakın şimdi fotoğraftaki o çocukların yüzlerine… Çoğunun 7-8 yaşlarında olduğunu daha rahat göreceksiniz… Cumhuriyetin değerleri bir bir, haraç mezat satılırken, her şeyi bir kere daha düşünmemiz gerekir diye, boşuna söylemiyoruz. Biliyoruz ki, bütün bu değerleri hiç de kolay kazanmadık.
İKLİM KRİZİ SUÇLAMASIİKLİM KRİZİ SUÇLAMASIŞirketlere iklim krizi suçlamaları başladı! Türkiye medyasına pek yansımadı ama Mart ayının ortasında Avrupa gazetelerinde flaş haber olmuştu: İngiltere'de Shell yönetim kurulu üyelerine dava: 'Net sıfır emisyon hedefi için gerekeni yapmadılar'! Haber; “İklim kriziyle mücadele amacıyla çevre hukuku konusundaki faaliyetleriyle bilinen sivil toplum kuruluşu ClientEarth’in petrol ve doğal gaz devi Shell'in yönetim kurulu üyeleri aleyhine İngiltere'de dava açtığını” duyuruyordu. ClientEarth, Shell'in 13 yönetim kurulu üyesini, Paris İklim Anlaşması doğrultusunda “net sıfır emisyon” hedefine ulaşmak için gerekli adımları atmamakla suçluyor. Shell yöneticilerine yönelik diğer suçlamalar; "net sıfır emisyona geçiş" sürecinde gerekli hazırlıkları yapmamak, şirketin iklim krizi yüzünden karşı karşıya kalacağı tehlikeleri hesaplamamak ve İngiltere şirketler Yasası'nı ihlal etmek. Dava, şirketin aktivist hissedarları tarafından açıldı. ClientEarth yetkilileri, bir şirketin iklim hedefleri konusunda ilk kez bu şekilde sorgulandığını söylüyor. ClientEarth'ün avukatı Paul Benson, Shell'in iklim krizinin risklerine karşı savunmasız konumda olmasına rağmen iklim stratejisinin kusurlu olduğunu ve güçlendirilmesi gerektiğini söyledi. Benson, “Shell'in hissedarları, şirketin sermayesinin iklim hedefleri doğrultusunda etkili şekilde kullandığından emin olabilmeli" diye ekledi.
DUYGU ÖZSÜPHANDAĞ YAYMANDUYGU ÖZSÜPHANDAĞ YAYMANDUYGU ÖZSÜPHANDAĞ YAYMAN: "Dulhane’yi; baskıya, tahakküme, şiddete bayrak açıp kendi hayatının peşine düşen kadınların hikâyeleri dolduruyor" Siz değerli İzmir Life okurları için çok tanıdık bir isim değil mi? Duygu, ilk sayısından itibaren geçen 21 yıl boyunca birçok sayımızda değerli haberleri ile sizlerle birlikte oldu. Zaman içinde edebiyat dünyasında keyifli bir yolculuğa çıktı. Yeni öykü kitabı "Dulhane" ile ilgili kendisine sorular yönelttik. Seveceğinizi umduğum bir söyleşi oldu. İyi okumalar...
HUS URLAHUS URLAMart ayının kazma kürek yaktıran günlerinden birinde. "Gastronomi Rotası" yazısı için Urla’nın Kuşçular Köyündeki Hus Şaraphanesinde Ceylan Ertörer ile buluştuk. Urla Bağ Yolu'ndaki önemli duraklardan biri olan işletme ve şarap hakkındaki sorularımıza keyifli cevaplar aldık.
OKYANUSLAR ÖLÜYOROKYANUSLAR ÖLÜYORÇoğumuzun okyanusların derin çukuru Mariana'nın dibinde bile plastik atık biriktiğinden haberi yok ama yine pek çoğumuz atıklar yüzünden yaşamlarını yitirmiş deniz canlılarının fotoğraflarını görüyoruz. Araştırmacılar plastik atıkların kutupların merkezine doğru hızla ilerlediği konusunda bildiriler sunuyor. Geçtiğimiz yıl en az 8 milyon ton plastik atık okyanuslara karıştı. Ancak makineler plastik ambalaj üretmeye bütün hızlarıyla devam ediyor. Ürünlerini plastik ambalajlarda sunan markaların doğa temizliğine katkıda bulunduklarını iddia eden, geri dönüşümü önemsediklerini söyleyen kampanyalarına inanıyor musunuz? Siz plastik konusuna ilgisiz kaldıkça nehirler, denizler ve okyanuslarda yaşam ölüyor Market raflarında elinizi uzattığınız her plastik ambalajlı ürün bilmelisiniz ki bu dünyadaki yaşamı tehdit ediyor. Çünkü yaşamın kaynaklarından biri olan okyanusların derinliklerindeki kirlilik her saniye artıyor. Denizlerimizin kirliliği ile mücadelede herkese büyük görev düşüyor. Artık veda etmemiz gereken günlük alışkanlıklarımız gezegenin geleceği etkileyecek boyutlarda. Bu alışkanlıklar deniz ekosistemi başta olmak üzere doğal yaşam alanlarını tehdit ediyor.
DAHİLİK Mİ, DELİLİK MİDAHİLİK Mİ, DELİLİK MİDâhilik mi, delilik mi? Sanatsal yaratıcılık ve ‘delilik’ üzerine yapılmış pek çok araştırmaya karşın bugün ulaştığımız noktada, birbiriyle çelişkili ya da karşıt gibi görünen görüşler hâlâ sürüyor. Yaratıcılık üzerine yapılan çalışmaları gözden geçiren Rollo May, bu alandaki çalışmaların yetersiz olduğunu söyler. Ona göre yaratıcılık hala psikolojinin üvey evladı konumundadır. Günümüzden üç yüz yıl önce, John Dryden'in öne sürdüğü “Dâhilik ve delilik benzeşiyorlar mı?” sorusu, o günden bu yana hâlâ yeterince açıklık kazanmamıştır. Dâhilik dendiğinde delilik de hemen akla gelir ve ikisinin arasında ince bir çizgiden söz edilir. Yaratıcı olarak görülen kişilerin sıradan insanlardan farklı oldukları, herkes gibi olmadıkları, genelde kendi içlerinde izole yaşamları onları özel kılan ve ayrı tutan yönleridir. Tarih sahnesine baktığımızda yaratıcılığın ciddi psikolojik sorunlarla bütünleştiğini görürüz. Van Gogh’un çıldırdığını, Gauguin’in içe kapandığını, Poe’nün alkolizmini, Virginia Woof'un depresifliğini görürüz. Bu listeye Picasso’yu, Dali’yi, Einstein’i da ekleyebiliriz. Sanatın özünde sorgulama, kendine dönüş ve hayal gücü yatar. Sanatçı kendine yönelttiği sorgulamalardan dolayı rahatsız olmaya daha mı çok yaklaşır? Yoksa kendine gördüğü rahatsızlıktan dolayı baş etme çabası içinde, bir kurtuluş yolu olarak mı sanatı seçer? Bu sorular hâlâ bilim dünyasının üzerinde durduğu ve yanıt bekleyen sorulardır. Yaşadığı dönemde maddi manevi büyük sıkıntılar çekmiş olmasına karşın, bugün dünyanın en çok tanınan ve yapıtları en değerli ressamlardan olan Vincent Van Gogh, kulağını kesen ressam olarak sanat tarihine geçmiştir. Çalışmalarını tutkuyla yaptığı, maddi sıkıntılar nedeniyle istediği boyutta tuval, boya alamadığı, yaşam derdine, geçim sıkıntısına, moral bozukluklarına, maddi imkânsızlıklara rağmen, uygun olmayan koşullarda aç, hasta ama resim yapma isteği ve aşkıyla sürekli ürettiği bilinmektedir. Deliliğin altında yatan sebeplerden biri olan travma, yaratıcılık ile kişisel dünyanın iç içe olduğu sanat alanını da etkilemiştir. Geçmişten bu yana konu bilim alanında önemini korumaktadır. İÖ 5. yüzyılda Aisklylos, Sophokles ve daha birçok yazarın eserlerinde, deliliğe karşı sanatsal ve edebi hayranlığın sindiğini görebiliriz. Örneğin, Erasmus’un "Deliliğe Övgü" eserine göre delilik, dehayı ve yaratma gücünü de içinde barındırır. Değişken ve sıkıntılı bir çocuk olan Van Gogh, resme, ancak farklı nitelikte bir dizi deneyim ve başarısızlıktan sonra ilgi duydu. Vincent Van Gogh’un geriye bıraktı notlardan anlaşıldığına göre onun derdi sevdikleri ve çevresi tarafından anlaşılamamaktı. Toplumsal kalıplara tepkiliydi. Sanatta alışılmış estetik ölçülere tepkiliydi. İşçi sınıfı ve yoksullar ile kurduğu yakın ilişki onu diğerlerinden ayıran özellikleriydi.
ZEYTİNLİKLERE KORUMAZEYTİNLİKLERE KORUMA"Doğayı ve tarımı yok eden madenciliği değil, üreten zeytinliklerimizi koruyalım!" Türkiye Tabiatını Koruma Derneği Ayvalık Temsilcisi Bülent Özgen, “Zeytincilik Kanunu”nun yönetmeliklerle delinmek istediğini belirterek tepkisini dile getirdi. Kendisiyle konuştuk, bakın neler söyledi, neleri hatırlattı, Danıştay kararlarıyla ilgili nasıl örnekler verdi, uyarılarına kulak verelim! Resmi Gazete’de yayımlanan Maden Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ile getirilen düzenleme ülkenin dört bir yanında tepkilere neden oldu. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın Maden Yönetmeliği’nde değişiklik yapılmasına dair yönetmeliğinin Resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmesinin ardından, Ayvalık’ta tepkiler dinmek bilmiyor. Ayvalık’ta da, Ayvalık Belediyesi, Ayvalık Kent Konseyi, siyasi parti ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle, zeytin üreticilerinin katılımıyla, “Haydi Ayvalık hep birlikte zeytinime dokunma” diyoruz sloganıyla Cumhuriyet Meydanı’nda basın açıklaması yapıldı ve tepkiler dile getirildi. “Zeytinime Dokunma” sloganları eşliğinde, “doğayı ve tarımı yok eden madenciliği değil, üreten zeytinliklerimizi koruyalım” diye haykırıldı. Tepkiler adrese ulaştı mı? Onu da zaman gösterecek, şimdi gözler Danıştay’dan gelecek olan kararda.