MAYIS 2021 Gelecek Z kuşağının elinde... 2023 seçimlerinde oy kullanacak 7,7 milyon Z kuşağına ait birey, ülkenin kaderinde önemli bir söz sahibi olacak. Bugünden Z kuşağını anlamak ve siyaset ile siyasetçilere bakışını iyi değerlendirmek gerekiyor. İSTAR Araştırma ve İzmir Life Dergisi ortak çalışması olarak hayata geçirdiğimiz “Z Kuşağı ve Siyaset” konulu anket çalışmasında ilgi çekici verilere ulaşıldı. 8-18 Nisan 2021 tarihinde basit tesadüfi örneklem yöntemiyle yapılan araştırmada Ege Bölgesi’nden Z kuşağını temsil eden 1096 kişiyle görüşme sonucu elde edilen veriler Handan Korhan'ın değerlendirmeleri ile dosya konumuzda... Öte yandan 2000 yılından bu yana kuşak araştırmaları yapan ve Türkiye’nin 5 kuşağını anlatan “Telgraftan Tablete” ile Z kuşağını farklı araştırmalarla mercek altına aldığı “Z: Bir Kuşağı Anlamak” isimli kitapları okurlarla buluşturan Araştırmacı - Yazar Evrim Kuran, İzmir Life okurları için Z kuşağını anlattı.
Z Kuşağı ve siyaset - Bir kuşağı anlamak…Z Kuşağı ve siyaset - Bir kuşağı anlamak…Z Kuşağı ve siyaset - Bir kuşağı anlamak… Gelecek Z kuşağının elinde… 2023 seçimlerinde oy kullanacak 7,7 milyon Z kuşağına ait birey, ülkenin kaderinde önemli bir söz sahibi olacak. Bugünden Z kuşağını anlamak ve siyaset ile siyasetçilere bakışını iyi değerlendirmek gerekiyor. Belki de günümüze kadar hangi kuşakta yer aldığımızı bu kadar konuşmadık ama son dönemlerde Z kuşağını çok sık duyuyoruz. Her kuşak bir sonraki kuşağı etkilese de Z kuşağı oldukça farklı bir profil sergiliyor. Yaşadığımız dönemin, teknolojinin, coğrafyanın, gündemin, Z kuşağını yetiştiren neslin özellikleri ve daha birçok etmenin bugün Z kuşağını şekillendirdiğini söyleyebiliriz. 2000 yılından bu yana kuşak araştırmaları yapan ve Türkiye’nin 5 kuşağını anlatan “Telgraftan Tablete” ile Z kuşağını farklı araştırmalarla mercek altına aldığı “Z: Bir Kuşağı Anlamak” isimli kitapları okurlarla buluşturan Araştırmacı - Yazar Evrim Kuran, İzmir Life okurları için Z kuşağını anlattı. Z kuşağı siyasette temsil edilmediğini düşünüyor İSTAR Araştırma ve İzmir Life Dergisi ortak çalışması olarak hayata geçirdiğimiz “Z Kuşağı ve Siyaset” konulu anket çalışmamızda ilgi çekici verilere ulaştık. 8-18 Nisan 2021 tarihinde basit tesadüfi örneklem yöntemiyle yapılan araştırmada Ege Bölgesi’nden Z kuşağını temsil eden 1096 kişiyle görüştük. Araştırmaya katılan ve 489’u İzmir, 146’sı Manisa, 125’i Aydın, 116’sı Denizli, 79’u Afyonkarahisar, 76’sı Muğla, 48’i Kütahya ve 17’si Uşak ilinde ikamet eden 1096 kişinin cevapları, önümüzdeki seçimde ülkemizde Z kuşağından 7,7 milyon kişinin oy kullanacağını düşünürsek ne denli önemli olduğunu bir kez daha hatırlatmak isteriz. Araştırmaya katılan 484’ü kadın, 612’si erkek, 1096 kişinin 319’u 18 – 20, 349’u 21- 23, 222’si 24 – 26, 206’sı 27 – 29 yaş aralığında… Yani Evrim Kuran’ın da ifade ettiği gibi 2000-2018 yılları arasında doğan Z kuşağı… Araştırmamızın odak noktasını oluşturan Z kuşağının siyasetle ilişkisinde en çok göze çarpan nokta temsil konusuydu… Öyle ki araştırmaya katılan 1096 kişinin yalnızca 234’ü kendilerini temsil eden bir siyasi parti ya da lider olduğunu düşünürken 862’si temsil edilmediğini söylüyor. Siyasal katılım düzeyini sorduğumuz gençlerden 458’i “siyasetle pek ilgilenmiyorum” yanıtı verirken, 280’i de “sadece oy veririm” dedi. 208 kişi “oy dışında siyaset izler, siyaset konuşurum” derken 100 kişi “aktif düzeyde siyasete katılırım”, 50 kişi de “üst düzeyde siyasete katılırım” yanıtını verdi.
3 BOYUTLU BAŞARI3 BOYUTLU BAŞARIİzmir’den New York’a uzanan 3’ boyutlu’ başarı New York’ta, QReal adında şirket kurarak “3 boyut ve artırılmış gerçeklik” teknolojisini; e-ticaret, moda ve yemek gibi farklı sektörlere uygulayan İzmirli girişimciler Alper Güler ve Caner Soyer, 5 yılda dünyaca ünlü 100 marka için proje geliştirdi, uluslararası şirketlerin yüzünü İzmir’e çevirmesini sağladı. Artırılmış gerçeklik ve sanal gerçeklik içeriklerinin geliştirilmesine yönelik yatırımlar yapan ABD merkezli Glimpse Group, Güler ve Soyer’in önderliğinde 10 kişilik ekip kurarak İzmir Bilimpark'ta Ar-Ge çalışmalarına başladı. Şimdiye dek Google, Sony ve Hyundai gibi birçok önemli marka ile çalışma fırsatı bulan Güler ve Soyer, “Ülkemizde yeni mezunlar için fırsat yaratmak, yeni başarı hikayelerinin yazılmasına katkı sağlamak istiyoruz” dedi. Türk gençlerine güvendiler Güler ve Soyer, “5 yıl içinde, hedeflediğimizin de üstünde bir noktaya ulaştık. Teknolojinin beraberinde getirdiği değişimi, kişilerin talep ve beklentilerinde oluşan farklılıkları doğru öngörmemiz, başarımızda kilit rol oynadı. ABD’de bir girişim kurarak çalışmaya başladığımızda, bugünleri de hedefliyorduk ve bunu başardığımız için mutluyuz. Glimpse Group, yurt dışında faaliyet gösteren önemli bir şirket. Artırılmış gerçeklik ve 3 boyut teknolojisine yatırım yaparak bu alanda gelişmek istiyor. Türk gençlerine güvenerek ülkemizi, İzmir’i tercih ettiler. Buna aracılık ettiğimiz için çok mutluyuz. Salgın döneminde dijitalleşme rekor düzeyde arttı. Bununla birlikte özellikle e-ticarette teknolojik yeniliklere yönelenler de çok oldu. Ekiple birlikte yapacağımız çalışmalarda, 3 boyut teknolojisindeki süreci hızlı ve otomatik hale getirecek bir sistem geliştirmeyi hedefliyoruz” dedi.
UFUK TARHANUFUK TARHANİş insanı, yazar, fütürist Ufuk Tarhan: "Geleceği iyi anlayamaz ve ona göre değişmezseniz geleceğe uyumlanmakta güçlük çeker, başarısız ve mutsuz olursunuz" Teknolojinin hayatın her alanında ne kadar temel bir belirleyici ve tetikleyici olduğunu kavrayarak fütürizmin kapılarını aralayan Ufuk Tarhan bu sayımızın konuğu oldu. "Gelecekle ilgili çalışmalar yapmaktan ve fütürist bir T-İnsan olmaktan çok memnunum" diyen Tarhan ile "T-İnsan" kitabı ve gelecek ile ilgili düşünceleri üzerine keyifli bir söyleşi yaptık... Umarız okuyunca siz de keyif alacaksınız...
OSMAN HAMDİ BEYOSMAN HAMDİ BEYAlmanların ve Amerikalıların gözüyle müzeci Osman Hamdi Bey Osman Hamdi Bey ve Carl Humann Osmanlı Devleti, 1864’te Bergama-Dikili yol güzergahının modern usullerle inşası için Carl Humann isminde bir Alman inşaat mühendisini görevlendirmişti. Humann bölgede bulunduğu sırada tarihi Bergama Kalesi duvarları üzerine 8. yüzyılda yapılmış heykel kabartmalarını fark edince; yetki almadan Bergama Kalesinde (Akropolis) kazı yapmaya başlamıştı. Buradan çıkardığı tarihi eserleri Berlin müzesine göndermişti. Yerel yöneticilerin, halkın ve basının tepkileri nedeniyle 3 Nisan1886’da Müze-i Hümayun Müdürü Osman Hamdi Bey ve Aydın bölgesi müze müdürü Demosthenes Baltazzi Bergama’ya gelmişlerdi. 6 yıldır müze müdürü olan Osman Hamdi Bey’in ilk Bergama ziyaretiydi. Humann ile Hamdi Bey iyi anlaşmışlardı. Humann’a göre, Hamdi Bey; “Alçak gönüllü, sevgi dolu, kusursuz bir dünya adamı olarak yabancı araştırmacılara yol gösterici ve geliştirici yönde yardımlarını sunmuştu. Özellikle bizim Bergama kuruluşumuz (Pergamenisches Unternehmen) kendisine sonsuz teşekkürlerini borç bilmektedir. Bu arada Hamdi Bey, bugüne kadar toparlanan yazıt ve mimari eserleri zaten bize bırakmıştı; kendine ayırdığı birkaç eseri Konstantinopolis'teki yeni düzenlenen okula götürmüştü. Berlin'de bulunan eserlerin devamı olan parçalar, imtiyaz anlaşması gereği, bize söz verilmişti. Ekselansları Türk Müzesi için ayrıca Pazar Yeri'nde bulunan Gigantların Savaşı’nı canlandıran birbirleriyle ilgili iki ayrı dev kabartma parçalarını ve buna ilaveten tiyatrodan çıkan maske ve girlandlarla (çelenk) süslü arşitravı (kiriş) talep etmekteydi. İlk üç parça paketlenip Dikili'ye oradan da Konstantinopolis'e gemi ile gönderildi. Sonradan, Sultan'ın bu çok önemli parçaları Kraliyet Müzesine bırakmasına vesile olan Konsolos'a sonsuz teşekkürlerimizi sunarız ve bunların hepsi Hamdi Bey'in müsaadesiyle gerçekleşti. Bu yüce davranışa karşılık bir hediye niteliğinde iki adet eksiksiz sayılabilecek Bergama'da bulunmuş Ammon ve Hermafrodit heykelleri kendilerine verilmiştir.”(3) Osman Hamdi Bey’in, 1896’da Sadrazamlığa ve Maarif Nazırlığı’na konuyla ilgili resmi raporunda kazı görevlendirmesiyle ilgili ayrıntılı bilgi verilmekteydi. “Almanyalıların önceden aldıkları ruhsat gereğince Berlin’e nakletmiş oldukları Pergamon Sunağı’nın parçalar halinde taşınmasının, eserden geriye kalan yıkıntı ve parçaların son defa olarak bulup, 70 (yetmiş) sandık içine koydukları 1917 (bin dokuz yüz on yedi) parçanın da Berlin’e ulaştırılması isteğinde bulunmuşlardır. Eğer ki önceden verilen kazı araştırması izninin sürenin sona ermiş olması nedeniyle kazıda elde edilen söz konusu parçaların nakline yetkileri bulunmamakla birlikte, bunların Almanya müzesince ehemmiyeti haiz olduğu ve Müze-i Hümayunca işe yarar şeyler bulunmadığı” anlatılmaktaydı. Zeus Sunağı, 19. yüzyılın ikinci yarısında, yoğun olarak 1870’li ve 1880’li yıllarda Alman arkeologlar, araştırmacılar, konsoloslar marifetiyle aşama aşama sandıklarla Bergama-Çandarlı-İzmir güzergahıyla Berlin Müzesine intikal ettirilmişti.(4)
OYUN SEKTÖRÜOYUN SEKTÖRÜ27 startup yatırımın 8’i oyun sektörüne yapıldı Girişim analiz platformu Startups.watch verilerine göre, yılın ilk iki ayında 27 girişim, 186 milyon dolar yatırım aldı. 2021'in ilk iki ayında gerçekleşen yatırımlardan 8’i oyun girişimlerine yapıldı. İlk 100’de 18 Türk oyunu var Şubat ayı iOS indirilme sayıları, Şubat ayında Amerika App Store oyun kategorisinde ilk 100’e giren 18 tane Türk oyunu olduğunu gösteriyor. 2021 yılının ilk 3,5 ayında ve İstanbul’da kurulan oyun girişimi sayısı ise 23. IFASTURK Eğitim, Ar-Ge ve Destek Kurucusu Mesut Şenel, “Girişimcilerin mevcut veya yeni başlayan her türlü mobil oyun, mobil uygulama veya teknoloji odaklı projelerinin TÜBİTAK, KOSGEB, Ticaret Bakanlığı tarafından desteklenmesine katkı sağlıyoruz. Bugüne kadar 7 binden fazla girişimciye dokunduk. Girişimcilerin destekler konusunda bilinçlendirilmesi ve doğru yönlendirilmelerle Türk oyun sektörü daha hızlı bir büyüme ivmesi yakalayabilir” bilgisini verdi.
KNİDOS VE PRAXİTELESKNİDOS VE PRAXİTELESAfrodit’in kutsandığı kent Knidos ve Praxiteles Datça’ya gelişimin ikinci günü öğle vakti biraz da ağırdan alarak Knidos’a doğru yola koyuldum.Yol daracık ama hoş. Reşadiye yarımadasında küçük küçük köyler var. Yöre halkı yol boyunca derme çatma tezgahlarında ürettikleri o meşhur Datça bademini, balını, kekiğini satıyor; ama birde çekirdeksiz üzümleri var ki değmeyin gitsin. Doğal, ince kabuk, güneşte parıl parıl parlıyor, tadı muhteşem, gram hormon yok. Tıpkı 50 yıl önceki İzmir’de yediğimiz üzümler gibi. Tezgahtaki bal ve badem yanında o iki torba üzümleri de satın aldım. Yolculuğu biraz ağırdan alma sebebim saat 20.30'da güneşin dillere destan o muhteşem batışını da görüntülemekti. Kente erken varırsam gezi sonrası güneşin batışını saatlerce beklemek zorunda kalacaktım. Bu yüzden oraya geç vararak kent gezimi ve güneşin batışını arka arkaya yapmayı tasarlamıştım. Otele gece karanlığında daracık yoldan dönmek zor olacaktı ama olsun değerdi. O da oldu zaten. Knidos antik dünyanın muhteşem çift limanlı bir kenti imiş. Bugün kentle bitişik gözüken karşı taraf önceleri ayrı bir ada imiş. Knidos’lular aradaki boğazı toprakla doldurarak adayı ana karaya bağlamışlar. Böylece bir taşla iki kuş vurup hem adayı bağlamışlar hem de sol yanda ikinci bir liman kazanmışlar. Mavi yolculuk yapan tekneler genellikle rüzgarı az bu limana uğruyor ve kıyıdaki lokantadan faydalanıyorlar. Kentin kurucuları şehri öyle konumlandırmışlar ki antik çağda da güneşin batışını seyretmek olağanüstü imiş. Bu görkemli antik kentin cazibesine kapılıp dünyanın pek çok ünlüsünü buraya göç edip yıllarca burada yaşamış. Kimler mi derseniz? Hemen arz edeyim: Ünlü matematikçi Eudoksos, doktor Euryphon, dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri'nin mimarı Sostratos; ama bir başka sanatçı var ki onu apayrı tutuyorum. O kim mi? Yıllarca bu kentte yaşayıp mermerlere can veren ünlü heykeltraş Parexiteles. Ben de Praxiteles’in ayrı bir yeri var. Her ne kadar bugün onun orijinal heykelleri kalmasa da eserlerinin kopyaları dünya müzelerini ve bizim müzelerimizi de süslüyor. Bunlardan bir tanesi Çanakkale Truva müzesindeki terracota Afrodit figürüdür. Eser 1959 yılında bir tumülüste yapılan kazıda ortaya çıkmış. 36 cm. boyunda kolunda yılan bezemeli terrakota müzenin giriş katında yerini almış. İkinci eser ise Burdur müzesinde iki tane Dionysoslu Satyr heykelleridir.
ENGİNAR DEVRİMİENGİNAR DEVRİMİUrlalı kadınların enginar devrimi Her şey geçen yıl instagrama yüklenen video ve sonunda yer alan “Ey bizi görenler, duyanlar! Tarlada enginarımız ve çalışmak isteyen kadınlarımız var. Ürünümüz tarlada kalmasın. Eğer siz de taze ve sağlıklı gıda yemek istiyorsanız lütfen bize başvurun” mealindeki mesajla başladı. İşyerlerinin kapanıp yüzbinlerin işsiz kaldığı pandemi döneminde online satışla tanışan Urla Kadın Kooperatifi ortakları, evlerinin bütçesine düzenli gelir desteği sağladığı gibi salgın psikolojisini de hiç yaşamadı. Patlayan siparişleri yetiştirebilmek için seferber olan kadınlar, yeni ürün geliştirmeyi de ihmal etmedi. Şimdi enginarın çayını da yapıyorlar, ununu ve baharatını da… A’dan Z’ye hayatımızın her aşamasını değiştiren pandemi belasının “iyi tarafından” da görülebileceğini kanıtladı Urla’nın azimli kadınları… 2014 yılında ilçe belediyesinin desteği ve teşvikiyle kurdukları S.S. Urla Kadın Girişimi Üretimi ve İşletme Kooperatifi’ni 2 yıldır sürdürdükleri online enginar satışlarıyla “hiç olmadığı kadar” popüler kılan kadın kooperatifçiler, birlik ve dayanışmanın mucizevi gücünü de bir kez daha göstermiş oldu. Bu örnek başarı hikayesini, aynı zamanda geçen dönem Urla Belediye Başkanı olan, Kadın Girişimi Üretimi ve İşletme Kooperatifi Başkanı Sibel Uyar ile konuştuk.
KÖKLER: MİSÇİ AİLESİKÖKLER: MİSÇİ AİLESİMisk ticareti soyadlarını belirledi Misçiler 19’uncu yüzyıl başları.. İzmir’in ticaret, özellikle ihracat çarkını gayrimüslimler döndürüyor. Ancak bu çarkı tersine döndürmeye kararlı bir aile var. Misçiler, üzüm-incir ve tütün piyasasına büyük adımlarla girip, kentin ihracat pastasına önemli dilimler ekliyor. Mekke’de misk ticareti yaptıklarından İzmir’de Misçiler olarak tanınıyorlar da; ailenin Cansın soyadını alan başka bir kısmı daha var. Buluşulan ortak payda ise, her birinin kendi dönemlerinin üstünde işlere imza atmış olmaları. Süheyl Cansın ve Osman Misçi, yani İzmir Körfezi’nde ilk yelken ve su sporlarını yapan kişiler. Mekki Misçi var, örneğin. İzmir Halkevi’nde İstanbul Efendisi, Lüks Hayat gibi ilk müzikli operetleri sahneye koyan. Civar illerde tiyatro oyunları sahnelemesi, senaryo yazması, film çekmesi de cabası. Ailenin geri kalanının da ondan aşağı kalır yanı yok. Süheyl Cansın anlatıyor: “Herkes bir enstrüman çalardı. Dedem keman, babam kanun, Mefharet halam piyano, yengem kemençe... Evde fasıl yapardık. Hatta bayramlarda dedem saz heyeti çağırırdı.”
ROTA KEÇİ KALESİROTA KEÇİ KALESİSiz hiç Keçi Kalesi'nin güzelliklerine tırmandınız mı? İzmir Aydın Otobanının Selçuk çıkışına yaklaşırken uzaktan görülen Keçi Kalesi'ne çıkmanın zor olduğunu düşünür, aynı zamanda yüksek bir dağın üzerindeki bu kaleyi çok merak ederdim. Gitme düşüncesi yoğunlaşmaya başladığında bu yolculuğa katılmak isteyen arkadaşlarımla birlikte internette araştırma yaptık. Bazı yazarların çıkışın çok zor, hatta imkansız olduğundan bahsetmeleri kaleye gidip gitmeme ikilemine düşmemize yol açtı. Ama daha sonra yukarıya kadar çıkamazsak bile hiç olmasa çevreyi tanımış oluruz diye düşünüp gitmeye karar verdik. Bunu gerçekleştirmek içinde yolculuğa gönüllü olan Nevin Atılgan Tasasız, eşi Okcan Tasasız ve Gökhan Duymaz ile Belevi’de buluştuk. Daha sonra otobanın altından geçen ve sağ tarafta kalan küçük bir işletmeye kadar devam eden yolu izledik. Bu iş yerinin önünde arabanızı bıraktıktan sonra bulunduğumuz yerden küçücük görülen kaleye gitmek için yolculuğumuza başladık. Keçi Kalesi'ne çıkmak isteyenlere küçük bir ipucu vereyim. Dağı karşınıza aldığınızda sağ tarafınızda diğerlerine göre daha altta bulunan bir elektrik direği göreceksiniz. Bu istikamete doğru yürürseniz bir tanesinin üzeri başlangıç yolunu belirtmek için kırmızı boya ile işaretlenmiş olan iki adet beyaz taş size uzun bir patikanın başlangıcını gösteriyor. Bu patika ve devamında antik taş döşemesi ile devam eden yol kaleye kadar uzanıyor. (Biz bu yolu geri dönüşümüz sırasında saptadık.) Ara yollardan bir müddet yukarıya çıktıktan sonra antik yolu bulmamız yolun devamında kolaylık sağladı. Yaklaşık iki saat sürmesine rağmen yorucu olmayan bir yolculuktan sonra zirveye ulaştık. Enfes bir panoramik manzara eşliğinde kalenin her tarafını gezdik. Dönüş yolculuğumuz sırasında önce antik yolu daha sonra patikayı izleyip kırk beş dakika sonra başlangıç noktamıza ulaştık. Güzel bir geziydi meraklısına tavsiye ederim.
CARL GUSTAV JUNGCARL GUSTAV JUNGCarl Gustav Jung "Yalnızlık insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder." Özellikle pandemi döneminde insanın kendini yalnız hissetmesi üzerine o kadar çok kafa yordum ki, bu “ustam bellediklerim” yazı dizisi çerçevesinde aslında sırada olmamasına rağmen bu ay söz döndü dolaştı Carl Gustav Jung’a geldi… Bütün dünyada da psikoloji, sosyoloji, iletişim sosyolojisi gruplarında Carl Gustav Jung’ın tartışılıyor olması da rastlantı değil elbette. “Yaşamın amacı karşıtlıklar arasında denge kurmaktır” diyen Jung neredeyse her gün haklı çıkıyor. Çevremizdeki bir sürü deliye bakıyorum, Jung çıkıyor karşıma: “Akıl hastalıklarının birçoğunun temelinde meşru acıları yaşamayı reddetmek yatar”. Tabii ki “akretip” kavramı da Jung’ı seçmemde belirleyici oldu. Bu yazının finalindeki söyleşi Türkçe’de ilk kez yayımlanıyor.
DENİZ ESENDENİZ ESENDeniz Esen "Arp bana huzuru ve özgürlüğü yaşatıyor" Sanata, edebiyata daha sıkı sarılmaya, daha fazla üretip daha fazla hikâye dinlemeye ihtiyacımız var. Ve tabii daha fazla müziğe… Sizlerle çocuk yaşlarda keşfettiği sanat aşkıyla yoluna devam eden, başarılı ve genç bir sanatçının hikâyesini paylaşacağım: Deniz Esen. İzmir’de doğan Esen, küçük yaşlarda piyano ile başlıyor müzik yolculuğuna. 12 yaşında gittiği konserde “büyülü enstrüman” dediği arp ile tanışıyor. Ve o anda keşfediyor tutkusunu, karar veriyor arp sanatçısı olmaya. Dediğini de yapıyor. Önemli okullarda, iyi sanatçılardan eğitim alıyor. Konserlere, yarışmalara katılıyor, çok sayıda ödül kazanıyor. Şu an Almanya’da yüksek lisansına devam eden Esen ile “çok doğal ve gerçek” dediği müziği, ona huzuru ve özgürlüğü yaşatan arpı, sıkı çalışma gerektiren eğitimini, sahnelere olan hasretini konuştuk.
ARAZİ SANATIARAZİ SANATIYeryüzü/Arazi Sanatı (Land Art) nedir? Bu sanat akımı iki temel unsur üzerine odaklanır. Bu unsurlardan ilki, giderek ticarileşen sanata karşı bir tepki diğeri ise 1960’larda gelişmeye başlayan çevre hareketlerine karşı gösterilen hassasiyettir. Arazi sanatı yapıtın parayla satın alınıp metaya dönüşmesine, sanatın ticarileşmesine, sanatın satılmasına, bir koleksiyonerin mülkü olmasına ve ardından sanatseverlere, meraklılara parayla gösterilmesine, müzelere kapatılmasına karşı bir tepkidir. Bu sanat akımını uygulayan sanatçıların gerçekleştirdikleri eser bir galeriye sığmayacak kadar büyüktür. Arazi Sanatı, hem sanatın kamusallaşmasını hem de anonimleşmesini sağlamaya çalışır. 1960’lı yıllarda ortaya çıkan sanat yaklaşımları, sadece biçimciliğe bir tepki olmayıp, kendinden önceki sanata ilişkin kabulleri ve önermeleri sorgulayarak, bunlara alternatif teknikler ve malzemeler sundu. Malzeme ve olanakların çeşitliliği ile disiplinlerarası bir statü kazandı. Böylece sanatçının ve izleyicinin rolü yeniden biçimlendirilmiş, sanatın ve sanat yapıtının tanımını genişletilmiş oluyordu. Land Art (Arazi Sanatı) sanatçının doğada izler bırakma çabasını ve uyguladığı eserlerin zaman ve doğaya zaman içinde doğaya ve zamana yenileceğinin bilincindeydi. Üretilen eserlerin belgelerinin tutulmasını da bir gereklilik haline dönüştürdü. Sanatçılar disiplinler arası uygulamalar ile fotoğraf ve video sanatlarından da yararlanarak yeryüzünde bıraktıkları izleri kalıcı bir boyuta ulaştırıp daha sonraki süreçlerde de izleyiciyle buluşturdular. Doğayı kendisine malzeme olarak seçen sanatçı, kuşkusuz doğayla uyum içinde olmalı, müdahale sürecinde gerek duyduğu dokuyu iyi seçmeli ve estetik bir çözüm gerçekleştirmek için her türlü anlam ve anlatım dilini kullanmalıydı. Sanatın galerilerin dışına çıkması gerekir düşüncesi etkili olmuştu. Sergilemelerin doğada, çok geniş alanlarda olması izleyicide görünürlük ve farkındalık yaratacağından tercih edildi. 20. yüzyıl arazi sanatının öncüleri olan Christo ve eşi Jeannne Claude çiftinin eserleri incelendiğinde bu yeni ve farklı yönelimlerinde tekstilin ana materyal olarak kullanıldığı açıkça görülür. Başlangıçta küçük nesnelerle paketlemeler yapan çift, daha sonraki işlerinde çalışmalarının boyutlarını büyüterek açık alanlarda güçlü ifadeler ve paketlemeler yaparak uygulamaya devam ettiler. Devasa boyutlu ve abartılı uzunlukta kumaş ve ipler kullanarak açık alanlarda gerçekleştirdikleri paketleme çalışmaları ile dikkatleri üzerlerine çekerek uluslararası bir ün kazandılar. Bu uygulamaları yaparken Christo ve Jean Claude'un özellikle vurgulamak istedikleri sanat disiplinleri arasındaki çizginin yok olmasıydı. Objelerin paketlenmesi izleyiciyi onlara farklı bir açıdan bakmayı, farklı formlar yakalamaya çağırıyordu. Bir sanat eserinin kalıcılık ve geçicilik durumu üzerine de düşündürtüyordu. Soru sormak sanatın görevi değil miydi? Sanat bir nevi simyaydı. Farklı malzemeleri uyumlu bir şekilde bir araya getirip yeni bir şey ortaya koymaktı. Sınırları olan, kendini tekrarlayan bir modelin yerine daha önce denenmemiş formlar denemeye, üretmeye arzu ediyorlardı. Doğaya ait malzemeleri kullanarak, doğadan aldıklarını doğaya katmak istiyorlardı. Çiftin ilk büyük boyutlu çalışması Wrapped Coast (Paketlenmiş Sahil Şeridi), 1969 yılında Avustralya’nın Sidney kentinde bir koyda uygulandı. Koyun sahil şeridinde, 110 işçi ve 11 gönüllü ile 17.000 iş saati harcayarak ve 92.900 metre kare sentetik kumaş ile 56 kilometre polipropilen ip kullanarak 2,5 kilometrelik alan ve sahilin gerisindeki kayalar 26 metre yüksekliğe kadar paketlendi. Çift bu uygulama ile birlikte o zamana kadar yapılmış en büyük sanat eserini yaratmış oluyorlardı. Paketlenmiş Sahil Şeridi çalışmasına bakıldığında; deniz ile bir bütünlük ve renk harmonisi yaratıldığı, kumaşın yumuşaklığıyla dalga etkisi yakalanmaya çalışıldığı açıkça görülmektedir. İş için olumlu ve olumsuz birçok yorum yapıldı ancak eserin Avustralya sanatı üzerinde yarattığı etkinin büyüklüğü zaman içinde herkes tarafından kabul edildi.
SİBEL ÖNBAŞSİBEL ÖNBAŞ80'li 90'lı yılların halka ilişkileri kitap oldu... İzmirli deneyimli halkla ilişkiler uzmanı Sibel Önbaş'ın, üniversite yıllarından başlayarak tanıştığı, birlikte çalıştığı o dönemin simge meslektaşları ile yaptığı söyleşiler Apikam tarafından basılarak kitap oldu. Sibel Önbaş, İzmir Halkla İlişkiler Derneği'nin kurulduğu yıllarda stajyer olarak başladığı, şehrin en önemli kurumlarında görev yapan 21 halkla ilişkiler uzmanının meslek anılarını kayıt altına almak üzere yola çıktı. İzmir Life Dergisi'nde "İletişim Sohbetleri" olarak başlayan ve iki yıl süren söyleşiler kent belleğinde yer almak üzere Büyükşehir Belediyesi tarafından basılıp, Apikam'da yerini aldı. Kitapta yer alan halkla ilişkiler uzmanlarının ortak yönleri, şehirdeki dönemin en büyük kuruluşlarının ilkleri olmaları. Kişiler alfabetik olarak kitapta şu şekilde yer aldı: Aliye Horuz Ürpekli, Aylin Göztaş, Bedrettin Berkol, Benan Bilek, Berna Kumaş Sipahi, Cengiz Üzün, Çetin Erokay, Ercan Doğu, Ertuğrul Kale, Hakkı Kesirli, İklil Ulueren, Orhan Adalı, Salim Kadıbeşegil, Sancar Maruflu, Selma Yazıcıoğlu, Sibel Önbaş, Tanıl Adalı, Ülkü Uslu Külekçioğlu, Ümit Tunçağ, Vasfi Hakman ve Yeşim Alca. Şehrin iş hayatının altın yılları olarak nitelendirebileceğimiz 80'li 90'lı yıllarda zirvedeki firmaların markalaşmalarının ardında bu gizli kahramanların rolü büyük... Bugün artık faaliyet göstermeyen Raks Holding, Teba Holding, Tatış Holding, Kipa, Tansaş, BMS gibi firmaları da kitapla birlikte hatırlıyoruz.
NAPIYONNAPIYONNapıyon “Keriz kandırma ve silkeleme ustaları” olarak tanımlayabileceğim dolandırıcılara karşı oldum olası bir ilgim vardı. Sanıyorum bunda en büyük pay, bu işin piri Sülün Osman’ın, her biri fıkra kıvamındaki hikayelerine ait. Adam neredeyse İstanbul’un yarısını satıp bir o kadarını da kiralamış. Hedef kitlesi cebinde parası olan “saf” insanlarmış. Taksim Meydanı girişine paspas sererek gözüne kestirdiklerinden “Burası komple benim” diye para alıp sonra da bu “kârlı işletmeyi” satabilecek kadar inandırıcı, çıktığı mahkemede hakime “Kusura bakmayın ama bu memlekette Taksim Meydanı’nı, Galata Köprüsü’nü, Galata Kulesi’ni alan eşekler olduğu müddetçe ben bunları satarım arkadaş” diyecek kadar dobra, cezaevindeyken “Alınteri ile Yaşamak” konulu konferansta konuşmacı olmayı kabul edecek kadar da özgüven sahibi bir abiymiş Sülün Osman. Toprağı bol olsun. Gerçi günümüzde geçmediğimiz köprünün parasını bizden alarak ona şapka çıkartanlar bile olduğu söyleniyor ya… Dağıtmayalım konuyu… Havasından mı, suyundan mı, yoksa kısa yoldan köşeyi dönmeyi sevdiğimizden mi bilinmez ama dolandırıcılık açısından çok bereketli topraklara sahip olduğumuz kesin! İstanbul’da, Rumların yoğun olduğu bir semtte sahte karakol kurup kendini komiser ilan eden, çağırdığı gayrimüslimleri dolandıran Eyüplü Halit var mesela… Eskilerden… Adam cezaevindeyken mektup yazıp diktatör Mussolini’yi bile dolandırmış, iyi mi? Selçuk Parsadan’ı da unutmayalım tabii… Telefonda dönemin en popüler generallerinden birinin sesini taklit ederek Başbakan Çiller’den “Kemalistler Derneği” için (üstelik örtülü ödenekten) eşek yüküyle para kaldıran gerçek bir üstattı o. Gel zaman git zaman, bankerleri saadet zincirleri, “Jet”leri tosuncuklar, kendini polis ya da savcı olarak tanıtıp hesapları boşaltanları da kriptocular izledi. Takvim yaprakları düşüp yıllar ilerledikçe, bu alanda ünlenen dolandırıcı sayımız arttı şükür! Üstelik yeni ve yaratıcı yöntemlerle çıktılar kamuoyunun karşısına… Bırakın bir kısmının “yaptığıyla” kalmasını, aralarından milletvekili seçtiklerimiz bile oldu. Bir de az koparıp sürümden kazanılan, fazla kimseyi rahatsız etmeyen, hatta bazılarını gülümseten dolandırıcılar var. İngilizlerin dolaşımdaki en büyük parası 50 Sterlin olmasına rağmen “Yanımda Türk Lirası yok” deyip esnafa 100 Sterlin bozduranlar, 3 bin lira karşılığında cennette sizin adınıza deve kestireceğini söyleyenler, dondurma çubuklarının üzerine “bedava” yazıp bakkalları söğüşleyenler vs. Ya da “benim” dolandırıcım gibi… Onu ilk kez Swiss Otel’in yanındaki Sevgi Yolu’nda gördüm. Hani şu sahafların bulunduğu palmiyeli sokak... Nedenini bilmiyorum ama keyfimin gayet yerinde olduğunu hatırlıyorum. Boş gözlerle etrafa bakarken birden karşıma çıktı: – Merhaba, napıyon? 50-55 yaşlarında, 1.80- 1.85 boylarında, yanakları dolgun, beyaz tenli, hafif kirli sakallı, güleç yüzlü bir adamcağızdı. Biraz da mahcup… Refleks olarak karşılık verdim ben de. – İyidir... Sen nasılsın? Hiç farkında olmadan kendimi samimi bir ortamın içinde bulmuş, tanıyıp tanımadığımı bile bilmediğim bu esrarengiz adamla bir anda “senli-benli” muhabbetin içine dalmıştım. Yok yok! Kesin bir yerden tanıyor olmalıyım. Yoksa o kadar insan içinden beni görüp neden “merhaba, napıyon” desin ki? Çok da sevecen bakıyor. Üstelik ikinci cümlesi “aynı yerde misin?” oldu. Demek biliyor beni… Tek cümleyle ne yaptığımı söyleyip hemen ardından onu hatırlayabilme konusunda bana ipucu verebilecek sorular sıraladım peş peşe? – Anlat bakalım, sen neler yapıyorsun? Aynı yerde misin? Nerelerdeydin ? Soruya bak! Sanki uzun süredir görmemişim de çok özlemişim. Havada ararken yerde bulmuşum. O da ceza sahası içinde beklediği pası alan santrafor.. . Yok yok, uzun süredir beklediği sazanı oltasının hemen dibinde yerde gören emlakçı İhsan Abi gibi heyecanlandı. Ama gözlerindeki parıltının gelmesiyle gitmesi bir olmuştu. Bir anda yüzünün şekli değişti. Üzgün ve biraz da utangaç bir tavırla anlatmaya başladı. Hastanedeymiş uzun süre, kalp rahatsızlığı geçirmiş, çok sıkıntı yaşamış falan... İşte o zaman ampul yandı bende! “Şimdi para isteyecek” diye geçirdim içimden. Ve bingoo! – Paraya çok sıkıştım. Seni görünce o yüzden çok sevindim. Anlaşılmıştı Vehbi’nin kerrakesi. Yeni bir soruyla köşeye sıkıştırıp öldürücü darbeyi vurabilirdim artık. – Sen beni nereden tanıyorsun, bir söyle bakalım! Başladı top çevirmeye ama konuştukça batıyor. Baktı olmayacak, “hadi sana iyi günler” deyip hızla uzaklaştı. Yaklaşık bir ay sonra bu kez Çankaya’da gördüm onu. Ama o farkında değil! Bir yerde sotaya yatıp ne yapacağını izlemeye koyuldum. Yöntem aynıydı. Kent merkezinde volta atıp gözüne kestirdiği sazanları yemliyor ve oltaya gelmelerini bekliyordu. Tramvay raylarının olduğu kavşakta yanaştı gençten, iyi giyimli bir adama, başladı konuşmaya. Karşı taraftan beklediği elektriği almış olacak ki, rolünün hakkını veren mimik ve jestlerle destekledi sözlerini. Kısa bir duraklamadan sonra genç adam elini cüzdanına götürüp bir miktar para uzattı. Ayrılmalarından sonra hemen “av”ın yanına yanaşıp sordum. – Pardon, az önceki adam sizi tanıdığını söyleyip para mı istedi? – Evet – Peki, siz tanıyor muydunuz onu? – Yok, çıkartamadım valla! Benimki de ne şanssa, aynı adama geçenlerde Kıbrıs Şehitleri’nde yine rastladım. O beni tanımadı tabii.. Karşılıklı yürürken kendisine baktığımı gördü. Gözlerini ayırmadan bana doğru gelirken hafiften gülümsemeye başlamıştı bile. – Merhaba, napıyon? (Önemli not: Eşgal ve mekanlar bire bir doğrudur. Aman diyeyim dikkat!)