EKİM 2021 Gevrekten yola çıkan bir sayı Simit, yüzyıllar önce bir un çeşidinin adıydı. Halka şeklinde yapılan küçük ekmeklere ad olması daha sonraymış. İstanbul ve Anadolu şehirleri bu halkalara simit, Halep bölgesi kahke, Rumeliler gevrek denmiş. İzmirliler gevrek ismine ısrarla sahip çıkıyorlar. Ancak gevreklerini ülkenin diğer simitlerinden farklı görmekle biraz yanılıyorlar... Nejat Yentürk Balkanlardan Anadolu'ya çeşitli yörelerdeki simitleri incelemiş ve siz değerli okurlarımızla paylaşıyor... Tabii ki keyifli haberler içerin bir Ekim sayısı sizi bekliyor.
İZMİR GEVREĞİ VE BİLİNMEYENLERİZMİR GEVREĞİ VE BİLİNMEYENLERİzmir gevreği Simit, yüzyıllar önce bir un çeşidinin adıydı. Simit ekmeği, simit helvası bu unla yapılırdı. Halka şeklinde yapılan küçük ekmeklere ad olması daha sonradır. İstanbul ve Anadolu şehirleri bu halkalara simit, Halep bölgesi kahke, Rumeliler gevrek dedi. Gevreklerine “simit” denmesine itiraz eden İzmirlilere 1990’lardan itibaren şahit olduk. Daha önce bu yönde bir hassasiyet hissetmemiştik. Kentin çıtır susamlı halkasına gevrek adı verilmesinde bir mutabakat bulunuyordu ve arada bir ‘simit’ diyen olduğunda buna pek aldırış edilmiyordu. Ancak simit diyenler artınca bu isim kulak tırmalamaya başladı. Kente göçlerin hızlandığı bir dönemdi. İzmir’e gelip yerleşildiyse uyum sağlanmalıydı. Hiç olmazsa şu bir karış çapındaki halka ekmeğin adı doğru söylenmeliydi. Bu dönemin duyarlılıkları elbette İzmirlilere has değildi. Artan iç göçler karşısında yaşanan dönüşüme bir de hızla küreselleşme eklenince yerel kimlik özelliklerine daha bir sıkı sarılmalar gözlendi. Eski İstanbullular, göç edenlerin kılık kıyafetlerinden, hâl ve tavırlarından şikâyetçi oluyor; Beyoğlu’na kravatsız çıkılmazdı diye hatırlanmayacak bir geçmişi işaret ediyordu. Şehirlerinin kebap kokularının saldırısı altında kalmasına şaşırıyorlar, meyhane kültürlerinin bozulmasına üzülüyorlardı. Floransa gibi belediyeler işi, şehrin merkezinde kebap ve fast food satan dükkânların açılmasını yasaklamaya bile vardırmıştı. Ülkelerin otantik yemeklerini UNESCO ve Avrupa Birliği’nde tescil ettirme yarışına girmesi bu dönemin düşünsel yapısının ürünüdür. Yine şehirlerimizin özgün yemeklerine coğrafi işaret alma çabaları da öyle. Diyeceğim o ki, İzmirliler bir isme sahip çıkmaları yüzünden suçlanamazlar. Fakat İzmirliler gevreklerini ülkenin diğer simitlerinden farklı görmekle biraz yanılıyorlardı. İzmir gevreği bir ‘sıcak kazan simidi’ydi, yani bir süre pekmezli su içinde haşlandıktan sonra fırınlanıyordu. Bu kadim yöntem İzmir’le sınırlı değildir, neredeyse tüm Türkiye’de uygulanmaktadır. Simitler elbette şehirden şehire farklılıklar gösterir, ama bu da hamuru mayalama veya pekmez kazanında haşlama süresinden, kullanılan pekmezin çeşidinden kaynaklanır. Yani fırından fırına, ustadan ustaya değişen nüanslar farklılaştırır simitleri. Yoksa tarif, özünde aynıdır. Sadece İstanbul ve bir de Ankara bu geleneksel simit yöntemini terk etmişlerdi, ona birazdan değineceğim. Ben aynı İzmirlileri, yakın bir tarihe dek kentin birden fazla susamlı halkası olduğunu unutmak gibi bir hafıza zayıflığından ötürü eleştirebilirim. Hiç olmazsa büyüklerimiz hatırlayacaktır, belki kırk yıl öncesine kadar şu bizim çıtır ‘gevreğimizden’ başka bir de nohut mayalı ‘simidimiz’ vardı. Bu simit her seyyar satıcıda bulunmazdı, eğer bağlı olunan fırın nohut mayasından ekmekler de üreten bir fırınsa, bu simitler o satıcıların camekanlarında bulunurdu. Benim kuşağım tek tük de olsa rastlamış olmalı, çünkü satışı hayli düşmüştü. Bugün aynı mayayla hazırlanan tatlı maya ekmeği, kumru ve peksimet bile bulunmaz oldu şehirde. Nohut mayasından hamur tutturmak büyük ustalık ister. Öyle yeni nesil endüstriyel mayalar gibi kesin sonuç garantisi vermiyordu. Kentin demografisindeki değişmeler fırın çalışanlarında da kendini gösteriyordu, hatta belki diğer işkollarından daha çok. Hazır mayalar varken nohutla uğraşmak akıl kârı gelmiyordu. Kadim mayaların terk edilmesinde temel sebepler burada aranmalıdır. Kentin fırıncılık sahasındaki ürün çeşitliliği, üretici ustaların becerisi ve tüketicilerin rağbeti doğrultusunda adım adım dönüştü. Kentte yaşayanlar baştan aşağıya bir kez daha değişiyordu. İzmir, kendi halinde bir Anadolu şehri değildi, tarihi boyunca hiçbir zaman da olmadı. Nohutla mayalanmış tatlı maya ekmeği ve peksimete gittikçe daha az rastlanırken, kumru gibi şöhreti yükselişe geçen bir ekmeği nohut mayasından yapan fırın bulmak mucize kabul edildi. Roska, iftazma gibi gayrimüslim ekmekler silinip gitti. “Tuzlu” denince kimsenin aklına “iki tuzlu bir yumurta” gelmez oldu. Bunlar yaşanırken nohut mayalı simidin alternatifi güçlüydü, gevrek karşısında varlık gösteremedi, yeni fırın sahiplerinden kimse uğraşmak istemedi bununla, o da silinip gitti. Ancak Manisa’dan Turgutlu’ya, Ödemiş’ten Aydın’a kadar birçok yakın yerleşim, İzmir kadar göçlerden nasibini almadığından belki, nohut mayalı simitlerini sürdürüyor.
KARBONSUZ EKONOMİKARBONSUZ EKONOMİTürkiye karbonsuz ekonomiye geçiş hedeflerini güncellemeli 2050 yılında karbon-nötr bir ekonomiye ulaşmayı hedefleyen Avrupa Birliği’nin (AB), çeşitli çalışmalar yürüttüğü sektörlerin başında enerji sektörü geliyor. “Eğer sera gazı emisyonlarını azaltmak istiyorsak, enerji sektöründeki sera gazı salınımlarını azaltmalıyız ve yenilebilir enerji kaynaklarından enerji üretimine yönelmemiz gerekiyor.” diyen Ege İhracatçı Birlikleri, AB’de Yeşil Mutabakat için sektörleri desteklemeye yönelik uygulanan kapsamlı yatırım planının benzerinin Türkiye’de de uygulanmasını, özellikle enerjide yeşil yatırımların önünün açılmasını ve desteklenmesini istiyor. Karbon salınımlarındaki en büyük payı enerji kaynaklı emisyonların oluşturduğunu açıklayan Ege İhracatçı Birlikleri Koordinatör Başkanı Jak Eskinazi, Avrupa Yeşil Anlaşması’nın temel öncelikli alanlarından birinin enerji olduğunu vurguluyor. “Avrupa Komisyonu, ilk etapta Şubat 2015’te, gelecekteki potansiyel iklim değişikliği politikalarına uygun olacak şekilde Enerji Birliği adı altında bir strateji açıkladı. 2030 yılında enerji kaynaklarının yüzde 32’sini yenilenebilir enerjiye dönüştürmek isteyen AB, Yenilebilir Enerji Direktifiyle yol haritasını ortaya koydu. Ayrıca, Elektrik Piyasaları Regülasyonuyla da, elektrik piyasalarında yenilenebilir enerjiye daha büyük bir pay ayıracak ve sınır aşırı enerji altyapılarının geliştirilmesiyle AB genelinde entegre bir enerji piyasası kurulmasını hedefleniyor. Tüm bunlara ek olarak, binaların enerji performansını artırmak için de Bina Enerji Performansı Direktifi de yayımladı. Yönetsel düzenlemelerle de, üye ülkelerden 2021-2030 yılları arasında 10 yıllık Ulusal Enerji ve İklim Planı hazırlamaları bekleniyor.” AB Komisyonu’nun, yeşil dönüşüm kapsamında 2030 ve 2050 hedeflerini belirlediğini anlatan Eskinazi, bu hedefler doğrultusunda strateji ve regülasyonların yanında alınan iki temel aksiyonu; akıllı sektör entegrasyonu ve açık deniz - yenilenebilir enerji olarak açıklıyor. “Akıllı sektör entegrasyonu stratejisiyle; elektrik, gaz, binalar, endüstri ve ulaşım gibi çeşitli enerji sektörleri, karbon salınımlarını azaltarak entegre edilecek. Fosil yakıtların kullanımı, yenilenebilir elektrik enerjisi ile yer değiştirecek ve elektrifikasyonun mümkün olmadığı alanlarda düşük karbon yakıtlar kullanılacak. Açık deniz ve yenilenebilir enerji stratejisine göre de; açık denizde bulunan rüzgârın kuvveti, gelgit veya dalgaların hareketiyle birlikte ortaya çıkan enerjinin, modern teknolojilerle kullanıma sunulması planlanıyor. Yeşil Mutabakat ile birlikte tüm enerji tedarik zincirlerinde, temiz enerjiye ulaşım ve binalardaki enerji tasarrufunu artırmak adına dijitalleşme teşvik edilecek. Enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi kadar, üretilen enerjinin depolanması da önemli. Bataryalar için Stratejik Aksiyon Planı ile enerji depolama kapasitesinin arttırılması planlanıyor.”
YÖRÜK EFE SÜLEYMANYÖRÜK EFE SÜLEYMANCumhuriyete giden yolda Yörük Efe Süleyman Kemalpaşa Çambel köyünden Efe Süleyman’ın oğlu Mustafa Ali Efe’ye babasının Poslu Mestan Efe güçlerine nasıl katıldığını ve İzmir’in kurtuluşuna kadar Kemalpaşa, Armutlu ve Turgutlu’daki faaliyetlerini 2005 yılında sormuştum. 1930 yılı Cumhuriyet Bayramında efe kıyafetleri giyen babası ve modern kıyafetler içindeki kardeşiyle birlikte çekilmiş fotoğraflarını eline alarak anlatmaya başlamıştı. Kemalpaşa’ya bağlı Çambel köyünde yaşayan Sancaklı Yörüklerinden 17 yaşındaki Süleyman (1902-1975) ise o sırada Bozdağ’da bulunan Poslu Mestan Efe’nin (1893-1920) yanına varmış, kızanlarından biri olmuştu. Efe ile birlikte Tire, Ödemiş ve Nazilli civarında çatışmalara katılmıştı. Efe Süleyman’ı tanımış Sancaklı Yörük Cemaati üyeleri ve oğlu Mustafa Ali Efe (1922- 2007) ile görüşülerek, sözlü tarih çalışması olarak kayıt altına alınmıştır. Efe Süleyman’ı tanımış, anılarını kendisinden dinlemiş, Halil Düzman (1944) ve Efe Süleyman’ın akrabaları halen Çambel’de ve diğer Sancaklı köylerinde yaşamaktadırlar. Osmanlı tarafından Manisa Dağı çevresindeki 16 köye ve Cumaovası (Menderes) Sancaklı köyüne yerleştirilen Sancaklı Yörükleri’nin köylerinden bazısı Manisa, bazıları da İzmir sınırları içinde kalmaktadır. Yunan işgalinde Sancaklı köyleri Yunan Ordusu 16 Mayıs 1919’da (Nif) Kemalpaşa’yı, 26 Mayıs’ta Manisa’yı işgal edilince; Kemalpaşa, Sütçüler, Karaoğanlı ve Çobanisa’da karakollar kurmuşlardı. Bu durum bölgede yaşayan bazı Rumları da şımartmıştı. Ayşe Şimşek’in (1920-2010) anlattığına göre: Sancaklı Bozköy Çakallar mahallesine Yunan askeri geldiğinde, Ayşe Şimşek iki yaşındaymış. Ailesi kaçarken minik Ayşe’yi çalı diplerine gizlemiş, daha sonra gelip bıraktıkları yerden almışlar. Karaoğlanlı’daki Rumlardan bazıları Yunan askerinin yakındaki Sancaklı Bozköy alt kısımlarında çadır kurmasından da güç alarak köye girmeye teşebbüs etmişler, direnişle karşılaşmışlar. Genç kızlar tanınmamak ve göze batmamak için yüzlerine kazan, tencere isi sürerek çirkinleşmişler. “Yunan askerlerinin gebe kadınların karnındaki çocuğun cinsiyeti ile ilgili iddiaya tutuştukları ve kadınların karınlarını yardıklarını” duyduklarından, hamile kadınlar oldukça bol elbiseler giyerek kendilerini gizlemeye çalışmışlar. Çok kez ormana veya köyün üst tarafındaki doğal mağaralara saklanmışlar. 1990’lı yıllarda 103 yaşında ölen Sancaklı Bozköy’den Sultan Ebe ve ailesi zulme uğramamak için dağda çadır kurmuş, hayvanlarını da mağaralara saklamışlarken, şiddetli bir yağmur başlamış. Çevreden palamut çalıları keserek çadırın altına döşemişler. Çalıların üzerine çulları serip üzerinde yatmışlar. Su, altlarından bir dere gibi aksa da canlarını kurtardıklarına dua etmişler. Yunan askerleri kaçarlarken de, Sütçüler’de bulunan hayvanları yanlarında götürmeye kalkmışlar. Bu durum kaçışlarını yavaşlatmış, köylü de Yunan askerine direnmeye başlamış, Deli Ağa (Mustafa) isimli kişi şehit olmuş. Cumaovası Sancaklı köyünde erkeklerin tümü askere alınmıştı Sancaklı Yörük köyleri erkeklerinin çoğu, işgal öncesi yıllarda savaşlarda şehit veya gazi olmuş. Köylerde sadece yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmış. Cumaovası Sancaklı köyü bu duruma en iyi örnek... 1845 ve 1861 yıllarında Yörüklerin zorunlu iskanı sırasında bu bölgede kalanlar, Cumaovası Sancaklı köyünü kurmuşlar. Köyü ziyaretimiz sırasında bazı kişilerin siyah saçlı ve kahverengi gözlü, bazılarının sarı saçlı, mavi gözlü olduğu dikkatimizi çekmişti. Bunun sebebini sorduğumuz 1923 doğumlu Mehmet Sürücü; “Seferberlik zamanında, I.Dünya Savaşının çeşitli cephelerine köyden çok sayıda genç erkeğin gidip, dönmediğini, daha sonraki yıllarda ise erkek nüfusu azaldığı için, Konya’dan çalışmaya gelen sarı saçlı, mavi gözlü işçilerle köydeki kızların evlendirilmesiyle köyün tekrar canlandığını” ifade etmişti. Efe Süleyman ve Poslu Mestan Efe Kemalpaşa ve Sütçüler’e Yunan karakolları kurulup, Yunan askerleri köylerde devriye gezmeye başlayınca; bölgede yaşayan Rumlar da taşkınlık yapmaya, Türklerin elindeki mallara göz dikmeye başlamışlar. Kemalpaşa (Nif)-Kızılca’da celeplik yapan genç Rumlarından ikisi Çambel köyüne gelip hayvanları silah zoruyla almaya kalkmışlar. Muhtar Deveci Ahmet gençlere “Ne duruyorsunuz. Köyün hayvanlarını gavur götürüyor.” deyince; tüfeği olan tüfeğini kapmış, olmayan odunu kapmış, düşmüşler Rumların peşine. Hüseyin isimli genç Yemen’den askerlik görevinden dönerken; yolda kendini Arap çetecilerden korusun diye tüfeği ile terhis edilmiş. Dul anası ve ninesiyle birlikte yaşamakta olan 17 yaşındaki Süleyman avcılık yaparak geçimlerini sağlayan iyi bir atıcıymış. Kaçan Rumlar ateş etmeye başlayınca, Hüseyin’in mavzeriyle birini vurmuş. Yunan Jandarması kaçan Rum’un tarifi üzerine Süleyman ve arkadaşlarını yakalamış. Yaptıklarını inkar etseler de nezarete atılmışlar. Süleyman çok kötü şekilde dövülmüş. “Helaya gideceğim” deyip iki katlı olan hanaydan inerken tabana kuvvet kaçmaya başlamış. Köşeyi dönerken arkasından silah sesleri gelse de durmamış. Kuyucu Mehmet isimli genç teslim olunca; Yunan askerlerince önce dövülmüş, sonra da Kurtuluş savaşı sonrası mübadeleye kadar Yunanistan’da hapishaneye gönderilmiş.
POLİTİ ŞARAP FABRİKASIPOLİTİ ŞARAP FABRİKASIPoliti Şarap Fabrikası’nın tarihçesine yeni notlar Havra Sokağı’ndaki metruk olan tarihi şaraphane binası hakkında ulaşılan yeni bulgu ve belgeler ile ilgili tarihçi Dr. Siren Bora’yla konuştuk. Bora'nın belgelere ilişkin verdiği bilgiler şöyle: "Önce Politi Şaraphanesi, sonra Akın Pasajı olarak anılan fakat aslında başlangıçta İzmir Yahudi cemaatine ait olan Havra Sokağı’ndaki şarap fabrikasının inşa edildiği dönem, 19. yüzyılın ilk yarısıdır. Bu dönem, Avrupa kökenli Yahudilerin yoksul Osmanlı Yahudilerine mali yardımda bulunduğu ve onlardan alınan bağışlarla din, kültür ve sağlık alanlarında hizmet verecek yapıların inşa edildiği zaman aralığıdır. Başlıca bağışçılar Rothschild, Cremieux ve Montefiore’dir. Özellikle Rothschild ve Montefiore’nin İzmir Yahudi cemaatinin gereksinme duyduğu yapıların inşası için finansör olduğunu biliyoruz. Nitekim Rothschild Hastanesi, Midraş Kadoş Hospital, Talmud Tora Yetim Mektebi ve Lazaretto, 19. yüzyılda sözünü ettiğim bağışlar vasıtasıyla inşa edilmişlerdir." Cemaatin mülkü olan meyhane ve şaraphane "Yahudiliğe göre, şarap üretiminin kaşerut niteliğe sahip olabilmesi, kent sınırları içinde ve Yahudi dini yetkililerin gözetiminde yapılması şartlarına bağlıdır. Şaraphanenin, Etz Hayim Sinagogu’nun hemen arkasına inşa edilmesinin sebeplerinden biri bu olmalıdır. Diğer sebep ise, şaraphanenin, Havra Sokağı’nda bulunan cemaatin mülkü olan meyhaneye yakın bir konumda olmasını sağlamaktır. Ve muhtemelen, Etz Hayim Sinagogu bahçesine dahil olan ve bir şaraphane yapılmasını mümkün kılacak büyüklükteki cemaat mülkü arazinin en uygun seçim olduğu düşünülmüştür. Üstelik 19. yüzyılda, İzmir Yahudi cemaatinin son derece yoksul bir profile sahip olduğu dikkate alınınca, bu seçimin isabetli bir seçim olduğu anlaşılmaktadır."
FABRİKADA MASALFABRİKADA MASALTürkiye’de ilk “Fabrikada Masal Şenliği” Türkiye’de ilk ve tek olan “Masal Fabrika’da” masal şenliği, İzmir Torbalı Laber Kimya & İva Natura Üretim Tesisleri’nde gerçekleştirildi. Değerli araştırmacıların ve masal anlatıcılarının katıldığı etkinlikte mitlerde her daim güzelliğe övgü yapılan masallar anlatıldı. Hem yetişkinlere hem de çocuklara özel masallarda güzellik bitki tanıtımları dikkat çekti… Masallar ile güzellik kavramını birleştirdik Kozmetik ürünlerde kullanılan bitkilerin yüzyıllar öncesinde de kadınlar tarafından kullanıldığını ifade eden Laber Kimya Genel Müdürü Levent Kahrıman; “Eski çağlardan itibaren kadınlar güzel ve bakımlı görünmek ve güzelliklerini korumak adına farklı yöntemler kullanıyordu. Kozmetik ürünlerin henüz ortaya çıkmadığı dönemlerde kadınlar, bakım için doğanın kendisinden gelen bitkilerden, yağlardan, topraktan yararlanıyordu. Bu kapsamda, masallarda da iyilik kavramı oldukça yer alıyor. Marka olarak bu noktada, masallardaki bu iyilik kavramını güzellik yaklaşımı ile birleştirip farklı bir boyuta taşımak istedik. Bu sebeple özel olarak masallarla ilgileniyorum” diye konuştu.
KÖKLER YENİDEN: ŞENOCAK AİLESİKÖKLER YENİDEN: ŞENOCAK AİLESİ“Şenocak ismi bin garantidir” Yeni okurlarımız için tekrarlanan kent tarihine adını yazdırmış köklü ailelerin tanıtıldığı dizimize Şenocak ailesi ile devam ediyoruz. Ağustos 2007'de yayınlanan bu bölümü Duygu Özsüphandağ Yayman hazırlamıştı. İzmir’de satılan ilk ithal buzdolabı, ilk ticarî buzdolabı üretimi, ilk yazlık sinema... İkinci Dünya Savaşı dönemindeki yoklukta dahi pilli radyo satışı yapabilen bir ticarî zekâ, Vehbi Koç’u pes ettiren rekabet gücü ve kararlılık... “Şenocak ismi bin garantidir” sloganının halen hafızalarda olmasının nedenleri bunlar aslında.
ROLAND BARTHESROLAND BARTHESRoland Barthes Roland Barthes, neredeyse 50 sene önce bir lise öğrencisiyken beni göstergebilimle tanıştıran insan. Edebi eleştiri dendiğinde günümüzde de ilk akla gelenlerden biri… Edebiyattaki eleştirileri bence güncelliğini koruyor. Toplumsal anlamda dilin işlevinden yazma eylemine kadar hemen her konuda söyledikleri ile bizi aydınlatıyor. Roland Barthes (soyadı Bart diye okunmalı) Fransız felsefeci, göstergebilimci, edebiyat eleştirmeni, edebiyat ve toplum teorisyeni olarak tanımlanıyor. Sorbonne'da öğrenim gördü. Fransız Bilimsel Araştırma Ulusal Merkezi'nde çalıştı. Collège de France'ta göstergebilim dersleri verdi. Göstergebilimin kurucu isimlerinden biridir. Aynı zamanda, postmodern düşüncenin de kurucu öncülerinden sayılır. Bu sayımızda Barthes’ın sizlerle paylaştığımız düşünceleri Türkçe’de ilk kez yayımlanıyor.
KARŞIYAKA'DAN GÖTÜRÜLEN GAZİ TOPKARŞIYAKAKarşıyaka'dan götürülen Gazi Top Hv.Plt.Alb.Nevzat Çobanoğlu geçirdiği bir uçak kazası ardından 1980 yılında emekli olmuştu. 12 Eylül dönemi Ege Ordu Komutanının ricası üzerine Karşıyaka Belediye Başkanlığı görevini kabul etti. 1984 yılı yerel seçimlerinde yeniden aday oldu.Halk kendisini tanımış Karşıyaka’ya verdiği hizmetlerden memnun kalmıştı. Karşıyaka Belediye Başkanlığı görevine yeniden seçildi bu görevi 1989 yılında sona erdi.(1984-1989) Birinci Dünya Savaşı sırasında İtilaf Donanmasının saldırılarına karşı İzmir’i savunan bataryalarımızın bir kısım topları 70 yıllık bir unutulmuşluğun ardından Karşıyaka Belediye Başkanı Nevzat Çobanoğlu tarafından fark edildi. Başkan, Foça Açık Cezaevi eteklerinde gördüğü ve hayran kaldığı 3-4 topluk bataryanın en büyük parçasını Anıt olarak değerlendirmeyi düşünüyordu. İzmir Belediyesi Karşıyaka Şube Müdürlüğü adına ton’u bir liradan 170 TL. ödeyerek Hazine’den satın aldı. Askeri araç ve gereçlerle Foça’nın tepelerinden binbir zorlukla topu Karşıyaka’ya getirdi. Yardımcısı Mimar Ersin Oylu ile çalışmaya başladı. Karşıyaka Girne Bulvarının girişine şimdiki Yunuslar heykelinin bulunduğu yere yapılan kaideye bakımı da yapılan top yerleştirildi. Anıt büyük ilgi gördü. Öğrenciler, İngiliz, Alman heyetleri tarafından ziyaret edilmeye başlandı. Başkan Almanya’dan uzman getirtti. İncelemeye göre Alman askeri literatüründe topun adı Şişman Martha’ydı. Değil İzmir, tüm Türkiye’de benzeri olmayan büyük bir anıt oluşmak üzeredir ki… İzmir’in bir kısım mahalli basınında “Top, militarizmi çağrıştırıyor, ne gerek var” çatlak sesleri yükseldi. O günün siyasileri böyle bir topa sahip çıkmanın kendilerine sağlayacağı rant’ı düşünerek harekete geçti. Topun namlusu yola uygun olarak Bostanlı’ya çevriliydi. Bir gece Karşıyaka’nın fanatikleri Karşıyaka-Göztepe rekabetini 170 tonluk Gazi Top’un namlusunu deniz yönüne, Göztepe'ye çevirerek gösterdi. Bir kısım Karşıyakalılar o gece hayatlarının olayını yaşadı. Birbirlerine 'Ne güzel çevirdik" diye konuştular, güldüler, eğlendiler. Nevzat Çobanoğlu İzmir’i savunan Gazi Top’a sahip çıkmamış olsa asla haberi olmayacak ve asla ilgilenmeyecek olan siyasiler nüfuzlarını kullanarak topla ilgili şahsi projelerini uygulamaya başlamıştı. Gazi top önce Bornova Topcu Tugayına sonra da İstanbul Harbiye Askeri Müze Komutanlığı'na götürülürken dönemin İzmir Valisinden, İzmir Belediye Başkanından, İzmir kamuoyundan “İzmir’in topu İzmir’de kalmalı” görüşü seslenmedi! Karşıyaka-Göztepe rekabetini top namlusunu Göztepe yönüne çevirerek gösteren futbol fanatiklerinden de Gazi topun götürülmesine karşı bir ses duyulmadı.
GÖZ ESTETİĞİGÖZ ESTETİĞİGöz estetiği ile güzelliğiniz bakışlarınıza yansısın Dünyagöz İzmir Op. Dr. Nurcan Gürkaynak Gözü etkileyen ve göz kapağı ile ilgili bozukluklarının düzeltilmesi amacıyla uygulanan oküloplastik cerrahi sayesinde, güzelliğiniz bakışlarınıza yansıyacak. Oküloplasti uygulamaları ile ilgili detaylı bilgiler paylaşan Dünyagöz İzmir’den Op. Dr. Nurcan Gürkaynak, uzman ve operasyonun yapılacağı merkez seçimi konusunda da önemli uyarılarda bulunuyor. Op. Dr. Gürkaynak “Vücudumuzun en hassas bölgesi olan göz çevresine yapılacak her müdahale öncesi hastaların hassas davranması gerekiyor. Oküloplastik müdahalelerin ve botoks gibi uygulamaların yapıldığı merkezin steril ve en son teknolojileri kullanan cihazlara sahip olmasının yanı sıra, bu alanda eğitimini almış deneyimli doktorların seçilmesi de istenilen sonuçların alınabilmesi adına önemli rol oynuyor. Bu nedenle bu gibi operasyonların öncesinde gerekli araştırmayı yapmak çok önemli” diyor. Bu sorunların çözümünde uygulanıyor Yılların etkisiyle veya doğuştan oluşan göz kapağı bozukluklarının oküloplastik cerrahi ile kolaylıkla tedavi edilebildiğini söyleyen Op. Dr. Nurcan Gürkaynak, “Göz ve çevresinde oluşabilecek kapak düşüklükleri, göz altı torbaları, yaşa bağlı değişiklikler, kirpik batması, göz kapağı tümörleri ve yaralanmaları, kapağın içe veya dışa dönmesi ve yüz felci gibi problemler, kişilerin mutsuz ve yorgun gözükmesine yol açabiliyor. Bu problemler, tedavi edilmedikleri takdirde görme alanını ve kalitesini de doğrudan etkileyebiliyor. Göz çevresindeki problemlerin çözümünde uyguladığımız oküloplastik cerrahi yöntemleri sayesinde ise, çok daha genç ve mutlu bir görünüme kavuşabiliyorlar” şeklinde konuşuyor. Botoks ile daha genç bir görünüme kavuşun Göz estetiği gibi botoks uygulamalarının da yoğun ilgi gördüğünü belirten Op. Dr. Nurcan Gürkaynak, “Tıbbi bir protein olan botoks; şaşılık, göz çevresi, kaş araları ve alın kırışıklıklarının giderilmesinin yanı sıra, boyun çizgileri, burun ucu kaldırma ve dudaklardaki ince ve yüzeysel kırışıklıkların da tedavisinde uygulanan bir yöntemdir. Güvenli bir yöntem olan botoks, oküloplastik müdahalelerin aksine cerrahi şeklinde değil, kozmetik bir çözüm olarak uygulanıyor” ifadelerini kullanıyor. Ameliyat süreçleri Oküloplastik cerrahi müdahalelerin süreçleri ve hastaların dikkat etmesi gereken konularda da bilgiler paylaşan Op. Dr. Nurcan Gürkaynak, “Kapak ameliyatları, ameliyathanede lokal anestezi ve sedasyon desteği ile birlikte ortalama 1 saatte yapılmaktadır. Cerrahi öncesinde ameliyatın planlanmasının doğru yapılması ve doktorun uygulanacak tekniği hasta ile detaylı olarak paylaşması, ameliyatın başarısı için olmazsa olmazlar arasında yer alıyor. Ameliyat öncesi yapılacak göz fonksiyonları muayenesinin yanı sıra, gerek görülmesi halinde detaylı bir göz muayenesi de gerçekleştirilir. Ameliyatın ardındaki ilk iki günlük süreçte göz kapakları ve çevrelerindeki şişlikler normaldir. Bu şişliklerin azaltılması için ilk gün buz uygulanır. Bunların yanı sıra antibiyotik, şişlik giderici ilaçlar ve ağrı kesiciler de bu sürecin kolaylıkla atlatılmasına yardımcı olacaktır. Özellikle taburcunun ardından gelen ilk iki günlük süreçte hastalara ev istirahati önerilir ve ardından yapılacak kontroller ile kişinin durumu takip edilir” diyor. En önemli nokta doğru uzman ve merkez seçimi Gözlerin vücudun en hassas organları olduğunu ve bu bölgede yapılacak her türlü cerrahi müdahale öncesinde araştırmaların detaylı olarak yapılması gerektiğini söyleyen Gürkaynak, “Oküloplasti uygulamaları, yapıldığı bölge olan gözlerin doğası sebebiyle büyük özen gerektiren müdahalelerdir. Doktor tarafından yapılacak yanlış bir uygulama veya merkezin steril olmaması, enfeksiyonlara ve görme kayıplarına varacak sonuçlara yol açabilir. Bu sebepten dolayı hastaların, uygulamanın yapılacağı sağlık merkezinde en yeni teknolojilerin kullanıldığından, hekimin tecrübesinden ve kullanılan her türlü medikal malzemenin kendileri için özel tek kullanımlık olduğundan emin olmaları gerekiyor. Ancak bu koşulların sağlandığı merkezlerde, oküloplasti eğitimli ve deneyimli göz doktorlarının gerçekleştirdiği operasyonlar sağlıklı sonuçlar verecektir” dedi.
DARKALE EVLERİDARKALE EVLERİZamana karşı direnen Darkale’nin evleri, camileri Epey zamandır gezmeyi düşündüğüm Soma'nın tarihi Darkale köyüne gitmek geçen hafta nasip oldu. Rehber arkadaşım Levent ile gene düştük yollara. Dikili’den hareketle önce Bergama’ya vardık sonra Poyracık, Kınık üzerinden ver elini Soma. Bakırçay ovasını boydan boya geçtik. Yolda çokça pamuk, domates tarlaları gördük. Daha çok da Avrupa’ya ihraç olacak kurutulan domates sergileri. Bu ürün son yıllarda bölge çiftçisinin itici gücü oldu. İşte bu bereketli ovanın bitiminde Soma'ya vardık. Ana yoldaki büyük kavşaktan Soma yönüne dönüp beşyüz metre ötede sola devam ediyorsunuz. Şehir çıkışına doğru bir iki kilometre daha gidiyor ve sonra Darkale levhasını görünce sağa dönüp yaylaya doğru çıkıyorsunuz. Biz, ağaçlı Darkale yolunda önümüze çıkan ilk yol ayrımından değil de bizi yukarıya götüren ana yolun sol tarafını tercih edip esas yukarı köy girişine doğru gittik. Doğru da yapmışız. Eğer ilk sağ yol ayrımından giriş yapsaydık köyün alt tarafına çıkacaktık. Bu yol ile büyük camiye ve büyük kafeye ulaşılıyor. Buranın büyük bir park yeri var. Aşağı tarafın olumsuz yönü ise aşağıdan yukarıya doğru gezmek zorunda kalacaksınız. Zamana ve gezgin yoğunluğuna göre tercih sizindir. Köyün üst tarafına ulaştığımızda bir evlik boş araziye otomobilimizi park ettik. Bizi ilk olarak tarihi evler ve Trakhula bahçe kahvenin sahibi karşıladı. Kibar bir genç, "Hoş geldiniz" dedi, köyü nasıl gezeceğimizi anlattı. Hayırdır siz ne iş burada falan diye sorunca bahçe kafenin sahibi olduğunu söyledi. Biz ona gezi sonrası bir kahve içme sözü verip sol taraftan köy içine girdik. Gördüğümüz ilk taş duvarlar, cumbalı yıkık dökük evler işte tam bir orijinal köyde dolaşacağımız izlenimi verdi. Hakikaten de öyle oldu. Tüm yapılar, ilk yapıldığı gün gibi duruyor ama harap ve yorgun halde... Dar sokaktan yukarı doğru yürüyünce köyün iki camisinden biriolan Minareli Camisi'ni gördük. Köyün en tepesinde bulunuyor. Minare, daha eski tarihli bir Selçuklu yapısı imajı veriyor. Tuğlalı Minare, bir metre yüksekliğindeki küp yapının üzerine oturmakta. Bu küpün yüzeyinde Bizans dönemine ait devşirme mermer parçalar ve kitabeler kullanılmış. Bu emareler ışığında araştırma yapan öğretim görevlileri, bu caminin ilk yapımını 15.yüzyıl olarak tarihliyorlar (A.Etlacakuş ve M.Çerkez). Minareyle birlikte yapılan ilk ibadet binası yok olmuş ve daha sonraları başka bir cami inşa edilmiş, o ise yıllarca kullanılmayınca bugün harap olmuş vaziyette duruyor. Şu an Cami içine girmemiz mümkün olmuyor ve iç kısmını bir bölümünün resmini açık olan pencerelerden çekiyoruz. En ilginci ise defineciler burayı da es geçmemiş. Minare girişinde basamak olarak kullanılan değirmen taşının altında kasa var diye sökmüşler. Bir başka defineci grupta kendilerini arkeolog olarak tanıtıp caminin öte tarafında kazı yapmışlar. Belki bir başka gelişimizde minarede kalmaz sanırım… Size önerim, cami sokağına girdiğinizden itibaren bu nadide Selçuklu minaresinin fotoğraflarını çekmeye başlayınız. Minarenin şekli, rengi, boyutu o kadar cezbedici ki fotoğraflarını çekmeye doyamıyorsunuz.
HANDE BALADINHANDE BALADINHANDE BALADIN "Takım ruhu ile sahada olduğumuzda elimizden gelenin en iyisini yapabiliyoruz." 14 yaşında Eczacıbaşı voleybol takımında spor hayatına başlayan Türkiye A Milli Kadın Voleybol Takımı'nın başarılarında önemli pay sahibi olan Hande Baladın, bu sayımızın konuğu oldu.
VERÇENİK, ALTIPARMAK, KEMERLİ KAÇKARVERÇENİK, ALTIPARMAK, KEMERLİ KAÇKARDoğu Karadeniz dağlarının zirvelerinde olmak Verçenik, Altıparmak, Kemerli Kaçkar Urlalı Yörüvecez grubunun üyesi Mehmet Namık Esen zirvelerde dolaşmayı sürdürüyor. Yaz sıcaklarının da zirve yaptığı günlerde Doğu Karadeniz dağlarında 3 zirve serüveni daha yaşandı. Esen, hepimizi dağlara, yürümeye, hareketli ve sağlıklı olmaya davet ediyor...
JEAN DUBUFFETJEAN DUBUFFETYerleşmiş kalıplara karşı duruşuyla Jean Dubuffet Sanat eğitimi almamış bir insanın Picasso’yla yakın arkadaşlık ilişkisine girip onun tarafından desteklenmesi ve resimlerinin galerilerde yan yana sergilenmesi bazı çevreleri rahatsız etse de akademik sanat eğitimi almış kişilerden farklı olan Henri Rousseau’nun eserleri “naif” terimi ile özdeşleşir. O günün ressamlarından Klee ve Jean Debuffet naif teriminin sınırlarını sorgulayan ressamlar olur. Sanatın en safını, en saf sanata yakın olanını bulmak amacıyla naif sanata yönelirler. Naif sanat terimi sözcük anlamıyla Latin kökenli nativus kelimesinden evrilmiştir. Anlamı doğal, sade, saf, tecrübesiz demektir. Bu nedenle akademik sanat eğitimi almamış insanların sanat yapıtlarını naif sözcüğünün tanımına uygun özellikler gösterdikleri için bu ad verilmiştir. Bu sanatçılar genellikle sıradan vatandaşlardı. Akademik eğitim almamış bir fabrika işçisi, bir ev kadını, atölyedeki çırak, bir postacı bu kesime giriyordu. Sanatı bu bakış açısıyla değerlendirmek sadece sanatın değil yaşamın da değerlendirilmesi anlamına geliyordu. Oysa o güne kadar plastik sanatlarda genel anlamda böyle bir yaklaşım yoktu. Önce yapıtda bakıp sonra sanatçının yaşamı mercek altına alınıyor, izleyen kişi sanatçı hakkında daha fazla bilgi istiyordu. Böylece yapıtın daha kapsamlı bir değerlendirmesi yoluna gidiliyordu. 1942 yılında Paris işgal altındaydı. Savaşın getirdiği sıkıntıların sanatçılar arasında etkisi ile yeni arayışlar, yepyeni yönelişler söz konusuydu. Büyük ustalar, Picasso, Braque, Matisse, Chagall hayattaydı, Giacometti gerçeküstücülükten uzaklaşmış, figüre dönmüş, boşluğu öne çıkaran, ince, uzun, varla yok arası figürlerini yaratıyordu. Öte yandan genç sanatçıların yapıtları, sonradan soyut sanat, non-figüratif resim diye adlandırılan birbirinden farklı yeni bir plastik dilin yaratıcıları olarak galerilerde yer alıyordu. Fransız ressam ve heykeltıraş Jean Dubuffet böyle bir ortamda, farklı malzeme kullanımı ve yerleşmiş kalıplara karşı olan duruşuyla sanata yeni bir soluk getirdi. O kendiyle başlayan ve kendinden sonra gelecek kuşakların öncüsü oldu. Debuffet klasisizme, akademizme, romantizme, izlenimciliğe, modernizme karşıydı. Tüm bu geleneksel değerlerin karşısındaydı. Sanata tümüyle başka bir noktadan yaklaşıyor, izleyiciyi de o farklı noktadan bakmaya, görmeye, okumaya, yorumlamaya çağırıyordu. O güne değin ressamların ele almadığı konuları tuvaline alırken, resim dilini de değiştiriyordu. Sanki resim sanatından habersiz, müzelere uğramamış gibi resmediyordu. Doğaya, dış dünyaya, kent yaşamına, sokaklara, metroya, otobüslere bakıyor, orada gördüğü yaşamsal ögeleri, insanları, sokakları, kafeleri o güne değin görülmemiş bir mizah anlayışıyla resmediyordu. Bunu yaparken boya ve tuvalin tutsaklığından kurtuluyor, kum, çakıl, kağıt hamuru, kurutulmuş otlar, çiçekler, ağaç kabukları, tutkal gibi sıra dışı malzemelerden yararlanıyor, daha sonra Art Brut adını vereceği akımı yaratıyordu.
KİBYRA MEDUSASIKİBYRA MEDUSASIKibyra’nın medusası Yalnız Türkiye’de değil, dünyada eşi benzeri olmayan, "Opus Sectile" tekniğiyle renkli mermerlerden inşa edilen Medusa mozaiğinin Kibyra Antik kentinde olduğunu öğrenince çok heyecanlandım. Burdur’un Gölhisar ilçesindeki bu muhteşem kentin odeonuna geldiğimde adeta büyülendim. Tam bir saat ayrılamadım odeonun orkestra çukurunu süsleyen bu muhteşem Medusa mozaiğinden... Siz de bu büyülü görüntüden payınızı almak istiyorsanız, gözlerinin taaa içine bakın Medusa’nın. Korkmayın o, iyi niyetinizi anlarsa sizi taşa çevirmeyecektir. Burdur Gölhisar'ın Kibyra Antik Kenti'nde 3 bin 600 kişilik odeonun orkestra bölümünü süsleyen Medusa, antik dönemde mitolojik, koruyucu bir figür olarak kullanılmış. Antik dönemde konser alanı, meclis, mahkeme ve üzeri kapalı tiyatro görevi yapmış. Tiyatrosu, stadyumu, agorası, hamamı, dairesel çeşmesi ve mozaikleriyle tam bir gün ayırmanız gereken muhteşem kent Kibyra’yı görmediyseniz, kaybınız çok büyük...
BURCU SÜRMELİ BOROVALI BURCU SÜRMELİ BOROVALI BURCU SÜRMELİ BOROVALI Girdiği mekânı aydınlatan insanlar vardır. Onların ışığı içinizi ısıtır. Aynı ortamda olmaktan mutluluk ve huzur duyarsınız. İşlerini seven, en iyi şekilde yapan, bildiğini öğretmekten keyif alan bu insanlar seçilmiş insanlar bana göre. Burcu Sürmeli Borovalı da seçilmişlerden biri. Burcu ile tanışıklığımız onun konservatuar günlerinde başladı. Henüz okul temsillerinde bile aslında bale için yaratıldığını kanıtlıyordu. Kıdemli bir gazeteci olmanın avantajlarından biri de hele kültür ve sanat alanında çalışıyorsanız, geleceğin pek çok önemli sanatçısının gelişimini yakından izleme şansıdır. Burcu’yu da okul temsillerinden başlayarak büyük bir zevk ve gururla izledim. Her temsil daha ileri gidişini, gün be gün batılı meslektaşlarına ulaşıp onları geçişini, İzmirli sanatseverlerin sevgilisi oluşunu izledim. Sonra gün oldu, devran döndü, herkesin yaşamında yeni sayfalar açıldı. Tükenmeyen bale sevgisi, çalışma aşkı, her daim mükemmeli arayışı ile Burcu Sürmeli Borovalı şimdi İzmir Devlet Opera ve Balesi bale başöğretmeni. Burcu ile bale sevgisini, yeni kariyerini ve hedeflerini konuştuk.